Cumartesi, Eylül 25, 2010

mendel'e mektup


Bazı insanlarda bağımlılık geni olduğunu, onların bir şeye bağımlı olmaya, bu gene sahip olmayanlara göre daha meyilli olduklarını düşünürdüm. Ki bu sadece benim düşüncem değil, bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmış. Ben sadece bilim adamlarından farklı olarak, biraz genelleme yapıp bu teoriyi genişlettim. Mesela bana kalırsa bazı coğrafyalarda ya da uluslarda daha fazla alkol tüketiliyor olmasının da sebebi bu genler. Hatta zamanla bu genler, kültürel bir alışkanlığa dönüşmüş bu yüzden de Türkler'in çok sigara içmelerini, Hintliler'in aşırı baharatlı yemek yedikleri için değişen ve yemeyenlere kötü gelen kokularını ya da Ruslar'ın veya İngilizler'in alkol bağımlılığını yargılamak anlamsız gelirdi. Gerçi Ruslar'la ilgili genellemeyi geçen gün sınıftaki Petersburg'lu kız sarstı. Kıza "çok içer misin?","vodka sever misin?" gibi çapraz sorularımı sorarken, birden yüzünü buruşturup "no, no benim vodkaya alerjim var, içer içmez kusmaya başlıyorum" dedi ve gerçekten bütün gece bira içti. Neyse zaten bana kalırsa o kız açık kahverengi kıvırcık, kabarık ve tülermiş saçları, ve kocaman burnu ile rustan çok almana benziyordu, o yüzden bu teorimin üzerine yeniden düşünmemin sebebi bu olay değil, birazdan anlatacaklarım.
Ev sahibinin sevgilisi adama sürekli "alkolik" diyor. Ben daha adamı sarhoş görmedim, ne zaman görsem elinde bir içki bardağı var ama bence adam rahmetli dedem gibi. Dedem de, o kadar sürekli ve ortalama miktarda içerdi ki ya hiç sarhoş olmazdı ya da sarhoşluk ve ayıklık arasında bir hal tutturmuştu ve biz bu istikrarlı halinden başkasını hiç görmediğimizden, bize normal geliyordu. Ama bilindiği üzere İngiliz gençliği ev sahibi ya da dedem gibi değil. Daha gecenin başında "ben bu gece zıvanadan çıkıcam, otobüslere kusup yerlerde sürünene kadar sarhoş olucam" diyerek içmeye başlıyorlar, "binge drinking" tarzı. Bütün bunlar benim buradaki derin gözlemlerim değil, yani mesela Gümbet'te, Marmaris'te filan da görülebilecek şeyler. Ama marketlerde sandviç reyonlarının üstünde, "lütfen içki içmeye başlamadan önce bir şeyler yiyin, daha az sarhoş olursunuz" yazdığını görünce bu durumun İngilizler'e de normal gelmediğini anladım. Yani benim "bırakınız içsinler" tarzı alkol, bağımlılık, kültür vs. üzerine liberal teorilerimi İngiliz toplumu da desteklemiyor galiba. Bu hafta iki kere the guardian'in bedava dağıtılan ekini aldım, ikisinde de İngiliz gençliğinin alkol problemi ile ilgili makale vardı. Ama gazetelerin manşeti, Essex'te, camları kapalı bir arabanın içinde ölü bulunan biri 34 diğeri 35 yaşındaki iki kişiydi. Arabada bir tüp bulunmuş ve sonra anlaşılmış ki, gazdan zehirlenip ölen bu iki genç, ölmeden üç dört saat önce ilk kez tanışmışlar. 34 yaşındaki kız, internetteki intihar forumlarından "kendi kadar mutsuz" olan diğer çocuğu bulmuş, yalnız intihar etmek istemedikleri için buluşup intihar etmişler. Aslında bilim adamları intihara sebep olan geni de bulmuştu ama işte ondan o kadar emin değilim.

Çarşamba, Eylül 22, 2010

işte bu

Sanırım blog biraz amacından şaştı, ürün pazarlamacısı gibi oldum, bir süre kremlerden sabunlardan ve market reyonlarından bahsetmemeye karar verdim.

pretty woman


Galiba blogun adını, illa bu odadaki bir nesneden olacaktıysa uykuspreyi yerine gögüsbüyütücüsabun.blogspot koysaymışım daha çok prim yaparmış. Sabunun markasını soranlar, gelirken bize de getir diyenler ve "aa hemen sür" diyenler için burada fotoğrafını yayınlıyorum.
Aynı dolapta bir de popo büyütücü krem vardı, ilgi çekmeyeceğini düşünmüştüm ama blogumu ziyaret eden erkekler için onun da fotoğrafını ekleyeyim.

Salı, Eylül 21, 2010

marketler ve payvonlar




Uzun yıllar yurt dışında yaşamış ve bundan sonra da yaşayacak olan sevgili arkadaşımın gaza getirmesi üzerine bu blogu açmış bulunuyorum. Demek ki yazasım varmış. Her ne kadar başta, "Kamboçya'ya gitmedim ki, Londra'dayım, bloga ne gerek var." gibi oryantalist bir düşünce ile kendisine karşı çıktıysam da, "en azından herkese aynı şeyleri teker teker anlatmam gerekmez" gibi pragmatik bir yaklaşımla yazmaya başladım.
Gerçekten de şimdiye kadar ne sokakta kanalizasyon ızgaralarından aşağı olta sarkıtıp balık tutan adamlar gördüm, ne de market reyonlarında tanınmayacak meyveler. Markette, Hint yemekleri için olan malzemelere ayrı bir reyon ayrılmış olması ve dev kavanozlardaki hazır tikka masala soslarının sadece 1 pound'a satılıyor olması dışında şimdilik anlatmaya değer bir şeye rastlamadım. Ama marketten dönüş yolunda olanlar oldu. İki sokak ötedeki kaldığım yere doğru yürürken Efes2 adlı bir restoranın önünden geçtim, ki bu restoran Londra'ya gelirken uçakta yanımda oturan adamın, adı Fazıl, çalıştığını söylediği "müzikhol"dü. Açıkçası adam "Efes1, Efes2 bunlar ünlü Türk müzikholleridir görürsünüz zaten, ben 30 yıldır oralarda müzisyenlik yapıyorum" dediğinde, aslında pavyonlarda çalıştığını ama bana kibarlık olsun diye müzikhol dediğini düşünmüştüm. En iyi ihtimalle şehrin dışında, Türk mahallelerinin bittiği yerde, ıssız sokaklarda, içeriden müzik yükselen gazinolar olabilirdi. İşte bu yüzden marketten eve dönerken, Efes2 restoranıyla karşılaşınca önce heyecanlandım ama sonra hayal ettiğimin tersine şehrin göbeğinde, kapısında menüsü olan nezih ve standart bir kebapçı çıkınca Fazıl'ı da, Londra'daki Türk pavyonlarını da yanlış hayal ettiğimi anladım. Ta ki bugün babamın kuzeni Elif'le buluştuğumuzda yine Efes2'nin önünden geçene dek.
Elif kebapçının patronuyla kanka olduğu için paldır küldür içeri daldık. Meğer o kebapçı menüsünün arkasında, Basmane'deki pavyonların kapısındaki gibi kadın şarkıcıların fotoğrafları varmış. Elif, cart yeşil pullarla işlenmiş bir tuvalet giymiş kadının resmine bakıp "Bu da burada yaşlandı ha" dedi. Bu arada kadının fotoğrafının altında daha küçük olarak erkek müzisyenlerin de resimlerini koymuş adlarını yazmışlardı, ama bizim Fazıl aralarında yoktu. Dükkanın içine gelince: Şimdi açıkçası benim daha önce pavyona gitmişliğim yoktur ama nasıl bir yer olduğunu az çok bilirim. Ha bir kere Turgut Saner'le Ege gezisine gittiğimizde Urla'da Sarıgül Müzikhol'e girmiştik, ama bence orası tam bir pavyon sayılmazdı. Dans eden, büyük memeli cıbıl kadınlar, küçücük mekanda topaç hızıyla döndüğü için kafa yapan bir disko topu, kırmızı-beyaz pötikareli masa örtüleri (bunu ben de anlamadım, gündüzleri pizzacı olabilir), ve melamin tabakta servis edilen salatalıklar vardı, ama canlı müzik, pist, kelli felli bir patron ve en önemlisi ortalıkta bizden başka müşteri yoktu ki, bence bunlar bir pavyonun olmazsa olmazları. Neyse, benim aklıma pavyon deyince en son 15 sene önce bir düğünde gördüğüm İzmir Fuarı'ndaki loş, havasız, manasız yerlerden kırmızı yeşil ışıkların saçıldığı ve kocaman bir sahnede şarkıcıların salındığı Göl Gazinosu gelir, ki Efes2'nin içi de işte aynı bu konsepteydi.
Evet, sizin de tahmin edeceğiniz gibi bu hikayenin sonunda menüde Türkçe yazılmış yemek adları ve patronun bize ince belli bardakta çay ikram etmesi dışında bomba bir gelişme ya da sonuç yok. Yani içeride Fazıl'ı sound check yaparken görmedik ya da patron bana şarkıcılık teklif etmedi. Patrona Fazıl'ı tanıyıp tanımadığını sordum, hatırlamadı bile.
Blogun adına ve fotoğrafa gelince, burada kaldığım odada başucumdaki komodinin çekmecesinden bir şişe uyku spreyi çıktı. Uykun kaçınca yastığa sıkıyorsun, sonra sabaha kadar mışıl mışıl. Tabii ki denemedim; uyku spreyini gördükten on beş dakika sonra banyodaki göğüs büyütücü sabunları görünce, "ev sahibi beni geceleri bu spreyle uyutur, sonra da göğüslerimi bu sabunla büyütüp bana saldırır mı" diye düşündüğümden değil ama çok şükür uykusuzluk gibi bir derdim olmadığından. Herkese iyi geceler.