Pazartesi, Ekim 25, 2010

güneşli pazartesi


Kütüphaneler ve Çinliler konusunu yeterince irdelediğimi düşünüyorum, biraz Londra'dan haber havadis vereyim. Bir kere hava, benim olmasını beklediğim gibi kapalı, yağışlı ama ılık değil; geldiğimden beri her sabah, avludaki havuzdan gelen sesleri yağmur sesi sanıp, perdeyi açınca pasparlak bir gökyüzüyle karşılaşıyorum, ama güneşin değmediği yerler 8 derece falan oluyor.
Bu güneşli ama oldukça soğuk geçen sonbaharı Londra Film Festivali taçlandırdı. Yaklaşık 24 salonda 194 film gösterilen bu festivalde, insanı festivallerden soğutan bilet bulamama, kuyruklarda saatlerce bekleme gibi sorunlar yok; ama biletler pahalı. Hafta içi gündüz seanslarında öğrenci bileti var 6 pound, fena değil (Karşılaştırma için, tesco'dan aldığım öğlen yemeği yani üçgen sandviç, doğranmış elma ve su 2 pound.)
İlk gün, festivali düzenleyen BFI'in nehir kenarındaki binasında bir filme gittim. Aslında Berlin'de bir kadının hikayesinin anlatan bir Alman filmine niyetlenmiştim, ama oraya gidince Pretty Girls Make Graves diye "kadınlarla ilgili uluslararası kısa filmler serisi"ne bilet aldım. Bunun nedeni, evet itiraf ediyorum, önceki gece internette bakınırken bu filme bilet kalmadığını görmeme rağmen gişedeki kızın "a bilet var" demesiyle heyecanlanıp fikrimi değiştirmemdi. "Bestseller okumazsın, avatar'ı merak etmezsin, içindeki popülist orada mı canlandı?" diyecek olursanız, gerekçe olarak 6 poundu 194 film arasından rastgele seçtiğim, büyük olasılıkla bunalımlı bir yönetmenin anlaşılmaz bir filmiyle çarçur etmek istemediğimi söyleyebilirim.
Filmden önce salonun önünde, boyunlarında kartlar asılı kalabalık bir grup insanı görünce anlamamıştım, ama sahneye çıkan festival görevlisini dinleyince anladım ki bu grup, gösterilecek olan kısa filmlerin yönetmenleri, senaristleri ve onların eşi dostu vs. idi ve salonu onlar ve bir de benim gibi popülizm kurbanı bir kaç kişi doldurmuştu.
İki saat boyunca, dünyanın çeşitli yerlerinden 14-15 tane kısa film izledim, konusu eserekli kadınlar ve depresif ya da inatçı kız çocukları olan. Bir kaç tanesi dışında hepsi sürreel öğeler, bulanık görüntüler ve tuhaf seslerle doluydu. Belki de kısa filmin, giriş gelişme sonuç ekseninde bir hikaye anlatmak için fazla kısa olduğuna ve o yüzden bu genç yeteneklerin bu yolu seçtiğine karar verdim ve bunca zaman İlker'in sürreel senaryolarının kıymetini bilemediğim için hayıflandım.
Bugün Ken Loach'un son filmi Route Irish'e gittim. Çok az bilet kalmış; en önde yer bulabildim ama perde çok yakın olmadığı için yerim kötü sayılmazdı. Bir görevli sahneye çıkıp filmi sundu, "...aramızda bazı misafirler var filmi birlikte izleyeceğimiz" dedi, ben "Ne yani, Ken Loach'un filminde de salonu görüntü yönetmenleri, set görevlileri ve figüranlar mı doldurdu?" diye düşünürken, kadın "Please, welcome director Ken Loach" diyerek yönetmeni takdim etti. Bu dakikadan sonra salonda benim dışımda herhangi bir taşkınlık yapan olmadı. Ben de fazla bir şey yapmadım, bir metre ötemde Ken Loach'un duruyor olduğunu düşünürsek, salondaki en coşkulu, gürültülü ve ritmi şaşmış alkış sesini çıkarmak dışında. Beklenildiği gibi, kendisi dünyanın en mütevazi yönetmeniydi. Birincisi festivalde yönetmenli gösterimlerin hepsi önceden duyuruluyor ve o seansların ayrı bir ücreti var, mesela Darren Aronofsky, Alejandro Gonzalez İnnaritu gibi yönetmenler var bu sene. Ken Loach, böyle bir gündüz gösterimine, sessiz sedasız gelmiş. Genelde yazarları, yazdıklarıyla, yönetmenleri filmleriyle özdeşleştirmek büyük hatadır biliyorum. Ama filmden sonraki soru-cevapların sonunda, "Son olarak, film UK'de vizyona girecek girmeyecek mi henüz belli değil, o yüzden lütfen filmi soranlara, iyiydi diyin öyle olmadığını düşünseniz de." diyen, kasılmayan, kendi halinde bir adam olduğunu görünce Ken Loach'un istisna olduğunu düşündüm.
Buradan sonra yazacaklarım filmin içeriği ile ilgili bilgiler içerebilir ama bence yine de okuyun. Sunucu, oyunculara "Nasıl bir şey Ken Loach'la çalışmak" gibi bir soru sordu; Stephen Lord "We haven't acted during the movie; we have been Loached." diye cevap verdi ve devam etti. Dayanamayıp okumaya devam etmişsinizdir diye filmin konusuyla ilgili anlattıkları anekdotları yazmıyorum ama gerçekten komik ve ilginçlerdi, üstelik Ken Loach'un demokrasi ile ilgili fikirlerini de içeriyorlardı. Filmi izleyin mutlaka, ben de belki 2012 yılında anlatırım bunları. Konusundan bahsetmeden bir filmle ilgili nasıl yorum yapılır bilemiyorum, o yüzden sadece Liverpool'da geçtiğini söyleyeyim, insanın gidip vapura binesi geliyor.
İşte böyle, Rem Koolhaas ve Orhan Pamuk'tan sonra onlardan daha çok gıpta ettiğim Ken Loach'u da bir metre mesafeden görmüş oldum, hatta 30 cm, çıkışta yürüyen merdivende önümdeydi. Hayır, bu sefer gidip konuşmadım.

Salı, Ekim 19, 2010

rules and wisdom


Okula ilk gittiğim gün, aksanından önce Alman sandığım sonra İngiltere'nin kuzeyinden olduğunu öğrendiğim bir memurun, okuldan ve genel olarak İngiltere'deki hayattan bahsederken ilk cümlesi "This is England, rule is a rule" oldu. O an biraz korktum. Benim Türk usulü, son dakikacı, ikna üzerine kurulu yöntemlerimin burada sökmeyeceği aşikar mıydı sanki?
İki gün sonra ilk derste, Hintli hoca, aynı zamanda burdaki danışmanım Samir'in de derslerle ilgili ilk söylediği şey "Deadline is a deadline." olunca bir an okulu bırakıp, garsonluğa başlasam hayat daha kolay olacakmış gibi geldi. Makale teslimlerini, mesela itü'deki gibi hocanın posta kutusuna falan atmak yok; bütün mimarlık fakültesinin bir kayıt ofisi var, orada ödev teslimlerinin yapıldığı bir pencere ve o pencerenin üzerinde de otomatik bir kepenk var, garaj kapısı gibi büyükçe. Samir dedi ki, "sakın haa son dakikada ödevimi şurdan ittirivereyim diye düşünmeyin, o kepenk çat diye kapanır, parmaklarınıza bir şey olabilir!"
Gerçekten de ilerleyen günlerde sadece okulda değil, başka kurumlarda da kurallara ne derece bağlı olduklarını anladım. Aslında çok basit bir insiyatifle halledebilecekleri işleri, kaşlarını düşürüp "Oh, I am really sorry," diyerek hiç birşey yapmadan geçiştiriyorlar. Bir de kurallara uymamak gibi bir mefhum olmadığı için adamlara çözüme yönelik önerilerle de gidemiyorum. Çok sevdiğim astrolog Jacques A. Bertrand'in dediği gibi Koç burcunun açık kapıları zorlayan şuursuzlardan olmadığını, sadece kapalı kapıları zorladığını düşünürsek, burada hayatın benim için ne kadar zor olduğu ortada.
Geçen gün hesap açtırmak için civardaki bütün bankaları tek tek dolaştım. Altı aydan fazla kalmadığım için hiç biri kabul etmedi. Bu arada dünyanın finans merkezi Londra'daki çoğu banka şubesinin bir büfeden hallice olduğunu da söyleyeyim. İçeride numaratör bile yok; ayakta sıraya giriliyor, sıra gelince iki veznedardan biri bakıyor. Neyse, bu girdiğim NatWest diye bir bankaydı; görece büyük, girişte bir danışma ve danışmada duran kırmızı yanaklı, genç bir İngiliz çocuk vardı. Çocuğa durumu anlattım, birşeyler söyledi, zaten yarısını anlamadım en sonunda da "come with me plz" dediğini sandım, çocuk arkasını dönüp yürümeye başlayınca ben de peşine takıldım. Şubenin arkalarına doğru kuytuda kalan bir kapıya gitti, tam kapıyı açarken benim arkasında olduğumu farkedip, hiç abartmıyorum havaya sıçradı. Zaten pembe olan yanakları korkudan iyice kızardı, "what are you doing? no you should not come here" diye bağırmaya başladı. Ben de ok ok, ben sandım ki come with me plz dedin, diyerek sakinleştirmeye çalıştım, çünkü çocuğun surat ifadesi sanki arkasında bir elimde çuval bir elimde silahla duruyormuşum gibiydi. Bu kadar korkacak ne var anlamadım. Çocuk şaşkınlıkla "no i said 'wait for me plz'" dedi. Gülmeye başladım, sonra dayanamayip o da gülmeye başladı, kapıyı çat diye yüzüme kapatıp gitti. Geri geldiğinde de tabii ki, olmaz hesap açamayız, dedi. Hem de saçma sapan bir bahane uydurarak.
Bu arada, bugün Hong Kong'lu Zeno ve Koreli başka bir çocukla muhabbet ederken, Zeno'nun adını 18 yaşında kendi kendine taktığını ve hatta kimliğine koydurttuğunu öğrendim. Koreli çocuk pek inanmadı pasaportta olduğuna ama ben inandım. Benim inanamadığım şey Zeno'nun 36 yaşında çıkması ve ayrıca tam adının Yu Ying Ho olması, ve Yingho'nun Çince'de kahraman anlamına gelmesi. Yu da "Ben" demekmiş. E bu durumda heralde kendine İngilizce ad olarak Sam'i seçecek değildi.

Çarşamba, Ekim 13, 2010

gerçek dünya



Çinliler'in "hırslı" projesi gerçek olursa, Pekin'den Londra/King's Cross'a uçak kadar hızlı trenlerle iki günde gidilebilecekmiş. On sene içinde gerçekleşebilirmiş, aksilik çıkmazsa. Nasıl aksilik çıkmayacaksa. Ya da diyelim işler yolunda gitse ve Çinliler bu dev projeyi tamamlasalar bu büyük başarı, buralardaki kötü imajlarını düzeltmek için yeterli olabilir mi acaba? Bazen düşünüyorum da kıymetlerinin bilinmemesinin sebebi çok kalabalık olmaları olabilir mi? Hani ekonomide miktarı artan şeyin değeri azalır, onun gibi. İçinde şöyle karizması ile ortalığı dağıtan bir Çinli'nin olduğu, Bruce Lee'yi saymazsak, benim izlediğim tek film Son İmparator'du. Onda da o elbiseler, saç baş ve Bülent Ersoy stili makyajın etkisi vardı sanırım.
Theories of Identity, Culture and Globalization dersinde, dersin adına yakışır bir topluluk oluşturuyoruz. Kanadalı ve Amerikalı iki kızı saymazsak, dünyanın varoşlarından toplanıp gelmiş gibiyiz. İranlı, Taylandlı, Ekvadorlu, Rus, Suriyeli, Hintli, Koreli, Brezilyalı, Hong Kong'lu ve tabi ki Çinliler var. Çinlilerin süklüm püklümlüğü akıl alır gibi değil, zaten İngilizce'leri kötü bir de bu kendine güvensizlik üstüne eklenince iyice asosyal oluyorlar. Bir de kendilerine İngilizce isim takma huyları var, "Hi, my name is Cheng Liu, but you can call me Alice, this is my English name." Genelde kolay söylenebilecek Alice, Jack, Maria gibi klasik İngilizce isimler seçiyorlar.
Sınıftaki Hong Kong'lu çocuk "My name is Yin, but you can call me Zeno" deyince, Kültürel Kimlik dersinin İranlı hocası, yüzünde çaresiz bir ifadeyle sordu: "Why, do you think it is cooler?" diye. Bana önce komik ve biraz da megalomanca gelmişti, kendi kendine mitolojik kahraman ismi takmak. Sonra takdir ettim çocuğu, madem sıfırdan bir kimlik yaratacak kendine, kolay söylenen anlamsız bir Tom yerine Zeno'yu seçerek yaratıcılığını dışa vurmuş diye düşündüm. Gerçek isimlerini gizleyip mahlasla yazan yazarlar gibi, gerçek isim dediğin de ananın babanın uydurduğu, yakıştırdığı bir şey sonuçta.
Bu gerçeklik meselesini yeni taşındığım anestezi ofisinin avlusundaki uzunca bir süre gerçek sanıp, yanına St James'den Esin'le bir eş getirmeyi düşündüğümüz kazın fotoğrafıyla bitiriyorum. Ne demiş Elvis Costello, bütün olay aptal detaylardadır.


Perşembe, Ekim 07, 2010

alametifarika




Aslında bu yazımda sizlere, Londra'da geçirdiğim ilk iki haftada yanlarında yaşadığım 50'li yaşlardaki zengin adamla 30'larındaki orta halli kadının ilişkisini ve sonra çıkıp gelen adamın 20'li yaşlarındaki kızını falan anlatmak isterdim. Bunları anlatmamamın sebebi özel hayata olan saygım ya da bu konunun ilgi çekmeyeceğini düşünmem değil tabii ki. Ama google translate diye bir şey var, adam blogumu görür de çevirtirse diye korktum. Gerçi, bir önceki yazıyı çevirttim, denemek için, "dedem ev sahibimdi" gibi alakasız cümleler çıktı ama olsun. Onun yerine size biraz buradaki moda akımlarından bahsedeyim.
Buraya kağıt üzerindeki geliş amacımı hatırladığım zamanlarda ve genellikle hava kötü olduğunda vaktimi kütüphanelerde geçiriyorum. Sıcak bir ortam ve bedava internet olduğu için kütüphaneler hep dolu, ya da içerideki insanlar gerçekten bilgiye aç da olabilirler. Açıkçası benim de, daha okumayı bilmeyen bir çocukken en büyük hırsım, evdeki bütün ana britanicaları okumak, içlerinde yazan herşeyi öğrenmekti. Büyüdükçe içimdeki bu öğrenme isteği ve merak magazinel bir boyut kazandı, zaten o sırada ansiklopedilerin devri de kapanmıştı. Arada bu isteğim depreştikçe okulun 3 katlı, büyük sayılabilecek kütüphanesine gidiyorum. Gerçi ben ikinci kata çıkmayı ilk kez birkaç gün önce becerebildim, çünkü İngilizler'in yangın paranoyası yüzünden her mekana ve o mekanın önündeki hole ve o holün önündeki yangın holüne açılan ikişer kapı ve bir de hiç bir yere açılmayan ikişer kapı var ve hangi kapının nereye çıktığını anlamak için iyi bir yön duygusu lazım ki o da bende yok. Kütüphanede çalışan ve ilk geldiğimde "Kütüphane nasıl kullanılır" dersi veren turuncu, kısa saçlı bir kadın var, adı Emma, tam bir stil ikonu. Saçları tony&guy 'ın Dicle'ye iki sene önce kestiği modelin aynısı ama fosforlu turuncu. Emma'yı ilk gördüğüm gün, tırnaklarında yaprak yeşili ojeler vardı, leopar desenli füzo giymiş ve yine leopar desenli küpeler takmıştı. "Kitap aramak için kelimeyi yazıp search'e basın" gibi sıkıcı ve sıradan şeyleri, hem de son derece sakin bir ses tonu ile anlatıyor olması, görüntüsünü daha da dikkat çekici hale getiriyordu. O günden sonra, bazen sırf Emma'nın ne giydiğini görmek için kütüphaneye uğradığım günler oldu, ama ilk günkü kadar çarpıcı bir kompozisyonla henüz karşılaşmadım.
Bazı günler sokakta yürürken ya da bir yerde otururken, gündüz vakti o kadar acayip tiplerle karşılaşıyorum ki gözlerimi dikip bakmamam mümkün olmuyor. Saçlarının kulaktan aşağı olan kısmını kazıtmış, tepede kalan kısmını da marge simpson'un fönlü hali gibi tepeye dikmiş oturmuş kahvesini içen bir zenci adam, ya da ense hizasında dalgalı saçları olan, ve her iki yandan bir tutamı boynuz gibi topuz yapıp gerisini açık bırakmış bir çocuk görünce hem kitleniyorum hem de benim de canım kafama öyle tuhaf modeller yapıp dolaşmak istiyor. Geçen gün aklımda bu düşüncelerle Boots'un saç şekillendiricileri reyonuna girdim. Burada kozmetik o kadar ucuz ki, ben bile, sanki bunca zaman paçoz olmamın nedeni pahalı ürünlermiş gibi, her hafta Boots'ta 5-10 pound harcıyorum. Sokaktaki çılgın modelleri uygulamak için değilse de şöyle biraz değişiklik olsun diye, ya da işte sırf çok ucuz olduğu için, jöle-köpük tarzı bir şeyler alacaktım ki, Manga head, Chaos head, Surfer head, Punk head ve daha bunun gibi yüzlerce çeşit jöleyi görünce karar veremediğim için elim boş dükkandan çıktım. Aklım Chaotic'te kaldı aslında. Alacaktım ama adı jöle değil de gum olduğu için benim bu yumak gibi kafama yapışır kalır sonra da çıkartamam diye korktuğumdan almadım. Sonuç olarak sokaktaki saç modellerinin kaynağını buldum, bir de leopar desenli füzonun satıldığı yeri bulursam İngiliz modasına adapte olabilirim sanıyorum.