Salı, Ekim 19, 2010

rules and wisdom


Okula ilk gittiğim gün, aksanından önce Alman sandığım sonra İngiltere'nin kuzeyinden olduğunu öğrendiğim bir memurun, okuldan ve genel olarak İngiltere'deki hayattan bahsederken ilk cümlesi "This is England, rule is a rule" oldu. O an biraz korktum. Benim Türk usulü, son dakikacı, ikna üzerine kurulu yöntemlerimin burada sökmeyeceği aşikar mıydı sanki?
İki gün sonra ilk derste, Hintli hoca, aynı zamanda burdaki danışmanım Samir'in de derslerle ilgili ilk söylediği şey "Deadline is a deadline." olunca bir an okulu bırakıp, garsonluğa başlasam hayat daha kolay olacakmış gibi geldi. Makale teslimlerini, mesela itü'deki gibi hocanın posta kutusuna falan atmak yok; bütün mimarlık fakültesinin bir kayıt ofisi var, orada ödev teslimlerinin yapıldığı bir pencere ve o pencerenin üzerinde de otomatik bir kepenk var, garaj kapısı gibi büyükçe. Samir dedi ki, "sakın haa son dakikada ödevimi şurdan ittirivereyim diye düşünmeyin, o kepenk çat diye kapanır, parmaklarınıza bir şey olabilir!"
Gerçekten de ilerleyen günlerde sadece okulda değil, başka kurumlarda da kurallara ne derece bağlı olduklarını anladım. Aslında çok basit bir insiyatifle halledebilecekleri işleri, kaşlarını düşürüp "Oh, I am really sorry," diyerek hiç birşey yapmadan geçiştiriyorlar. Bir de kurallara uymamak gibi bir mefhum olmadığı için adamlara çözüme yönelik önerilerle de gidemiyorum. Çok sevdiğim astrolog Jacques A. Bertrand'in dediği gibi Koç burcunun açık kapıları zorlayan şuursuzlardan olmadığını, sadece kapalı kapıları zorladığını düşünürsek, burada hayatın benim için ne kadar zor olduğu ortada.
Geçen gün hesap açtırmak için civardaki bütün bankaları tek tek dolaştım. Altı aydan fazla kalmadığım için hiç biri kabul etmedi. Bu arada dünyanın finans merkezi Londra'daki çoğu banka şubesinin bir büfeden hallice olduğunu da söyleyeyim. İçeride numaratör bile yok; ayakta sıraya giriliyor, sıra gelince iki veznedardan biri bakıyor. Neyse, bu girdiğim NatWest diye bir bankaydı; görece büyük, girişte bir danışma ve danışmada duran kırmızı yanaklı, genç bir İngiliz çocuk vardı. Çocuğa durumu anlattım, birşeyler söyledi, zaten yarısını anlamadım en sonunda da "come with me plz" dediğini sandım, çocuk arkasını dönüp yürümeye başlayınca ben de peşine takıldım. Şubenin arkalarına doğru kuytuda kalan bir kapıya gitti, tam kapıyı açarken benim arkasında olduğumu farkedip, hiç abartmıyorum havaya sıçradı. Zaten pembe olan yanakları korkudan iyice kızardı, "what are you doing? no you should not come here" diye bağırmaya başladı. Ben de ok ok, ben sandım ki come with me plz dedin, diyerek sakinleştirmeye çalıştım, çünkü çocuğun surat ifadesi sanki arkasında bir elimde çuval bir elimde silahla duruyormuşum gibiydi. Bu kadar korkacak ne var anlamadım. Çocuk şaşkınlıkla "no i said 'wait for me plz'" dedi. Gülmeye başladım, sonra dayanamayip o da gülmeye başladı, kapıyı çat diye yüzüme kapatıp gitti. Geri geldiğinde de tabii ki, olmaz hesap açamayız, dedi. Hem de saçma sapan bir bahane uydurarak.
Bu arada, bugün Hong Kong'lu Zeno ve Koreli başka bir çocukla muhabbet ederken, Zeno'nun adını 18 yaşında kendi kendine taktığını ve hatta kimliğine koydurttuğunu öğrendim. Koreli çocuk pek inanmadı pasaportta olduğuna ama ben inandım. Benim inanamadığım şey Zeno'nun 36 yaşında çıkması ve ayrıca tam adının Yu Ying Ho olması, ve Yingho'nun Çince'de kahraman anlamına gelmesi. Yu da "Ben" demekmiş. E bu durumda heralde kendine İngilizce ad olarak Sam'i seçecek değildi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder