Pazar, Aralık 26, 2010

bedava elma


Dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olan Londra'yı öldürüp hakkını vermem gerekirse, bu şehirde bir kuruş harcamadan saatler geçirilebilecek açık ve kapalı onlarca yer sayabilirim. Güzel havalarda gezip dolaşmak için adım başı bir park ya da bahçe var, malum Londra'nın meşhur yeşil alanları. Gerçekten de bazen odamdaki dev Londra haritasına bakıyorum, gözümle tartabildiğim kadarıyla sanırım şehirdeki yeşiller grilerden daha fazla. Buradaki bütün park ve bahçeler Kraliyet'e ait, ama çoğu halkın kullanımına açık. Sadece Hyde Park ya da Regent's Park gibi en meşhur parklarda değil, sokak arasındaki ufacık bir "meydan bahçesi"nde bile anıt ağaçlar var, 300-400 yıllık, değilse bile bana öyle görünüyor. Meydan bahçesi, yani "square garden" dedikleri, mahalle aralarındaki ağaçlı yeşil meydanları da parkları da akşam altıdan sonra kitliyorlar, ayrıca çevreleri de parmaklıklarla çevrili.
Karın hayatı durdurduğu günlerden birinde, evin yakınındaki bir ara sokakta önceden gözüme kestirdiğim küçük ama bakımlı meydan bahçesine gittim. Yuvarlak meydanın etrafını turlayarak kapıyı bulmaya çalışırken, "Bu bahçe özeldir, yalnızca anahtar sahipleri kullanabilir." yazısını gördüm. Bu mahallenin ortasındaki koskocaman bahçenin içinde yalnızca bir adet çekirdek aile vardı, anne baba, biçimsiz bir kardan adam yapmaya çalışırken, çocuk da oynanmamış karları altüst etmekle meşguldü. Bir süre parmaklıklardan onları izleyip geri döndüm. "Nasıl mahallenin ortasındaki bir park kamuya ait olmaz" diye düşünürken, zaten halka açık olanların da kamuya değil Kraliyet'e ait olduklarını hatırladım.
Yine de ne kadar burun kıvırırsam kıvırayım, şehrin ortasında her şeyden kopup, bir kaç yüzyıllık ağaçların altında, kazlarla ördeklerle itişerek oturma özgürlüğünü tebaasına tanıdığı için Kraliyet Ailesi'ni takdir ediyorum. Ayrıca müzelerin neredeyse tamamını bedava yaparak, kültürel kısmı ilginizi çekmese bile sıcak ve korunaklı kamusal alanlar yaratan sponsor ve destekçileri de.
Havanın soğuk ya da yağmurlu olduğu zamanlarda da para harcamadan vakit geçirebileceğiniz bir başka mekan da daha önceki yazılarımda belirttiğim kütüphaneler. British Library'ye ilk gittiğimde, görevli kadın üye olmadığım için okuma odalarına giremeyeceğimi ama bunun dışında kalan kamusal alanları kullanabileceğimi söylediğinde, "kim ne yapsın o alanlarda be" diye düşünmüştüm. Sonra farkettim ki, içinde Birleşik Krallık'ta basılan her kitabı bulabileceğiniz okuma odalarına giremeseler bile, insanlar deri koltuklarda, ortalığa serpiştirilmiş okuma lambalı çalışma masalarında, duvar diplerinde, merdiven kenarlarında yani o görevlinin ilk gün önerdiği ama benim beğenmediğim "public space"lerde saatlerini geçiriyor. Üstelik sadece bedava kablosuz internetten faydalananları, ders çalışanları, halının üzerine kıvrılıp uyuklayanları ya da kütüphanenin hemen yanındaki tren istasyonundaki trenin saatini beklerken takılmak isteyenleri değil, kütüphanenin bir köşesinde oturup örgü ören yaşlı bir kadını gördüm de o yüzden burada anlatıyorum.
Ama Londra'daki beni en çok şaşırtan kapalı kamusal alanı soracak olursanız, işte şimdi söylüyorum: Apple Store'lar. Buraya gelmeden önce Apple ürünlerine karşı olan katı önyargımı, herhangi bir macbook'ta mouse okunu oynatmayı bile beceremeyişimi, ve insanlardaki Apple bağımlılığını katiyen anlayamayışımı ortadan kaldıran bu mekanları daha önce yurt dışında görmeyenler için tarif edeyim. Bir Apple Store içerideki bütün mobilyaların, merdivenlerin, korkulukların yani binanın dört duvarı dışındaki her şeyin camdan yapıldığı, masaların üzerinde her çeşit Apple ürününün bulunduğu son derece şık, içerideki o kalabalık olmasa, içeri girmeye, mobilyalara da ürünlere de dokunmaya çekineceğim türden bir dükkan, aynı Türkiye'deyken Apple'ın benim gözümdeki imajına uyacak şekilde tasarlanmış. Fakat içerisi, Türkiye'de keskin sınırları olan Apple kullanıcısı kesimin aksine, bıyıklı yaşlı kadınlardan, bakımlı İskandinav turistlere, siyah bekar anneler ve onların okul çağındaki çocuklarına, servis sektörünün direği göçmenlerden, takım elbisenin altına pembe çorap giyen İngiliz plaza insanına, toplumun akla gelebilecek her kesiminden insanı barındıran bence bir kamusal mekan, aynı zamanda da çok başarılı bir pazarlama stratejisi ki beni bile Apple'la kaynaştırdı. Bu Apple Store'ların içinde saatlerce i-padde oyun oynayan orta yaşlı adamlar da var, yoldan geçerken içeri girip belki iphone'nun şarjı bittiği için hemen girişteki macbookta mailini kontrol edip çıkan da. Ortalıkta dolaşan kırmızı kazaklı Apple insanları var ama onların ne oturup Youtube'dan Home Alone izleyen çocukları uyardığını gördüm, ne de ipad'de bağıra çağıra karşılıklı tilt oynayan çiftleri, tek yaptıkları arada sırada korkulukları, merdivenleri camsille temizlemek. Ayrıca çoğu Apple sahibinin takındığı, aman çizilmesin, kırılmasın tavrı da kimsede olmadığı için, oyun oynarken sinirlenip ipadleri fırlatanlar da var, incecik laptopların üzerine koluyla yaslananlar da. Buradan Apple kullanıcılarına sesleniyorum, korkmayın bişey olmuyor.
Sanırım bugüne kadar yazdıklarım arasında, Londra'ya yolu düşecek birine faydası en çok dokunacak yazı bu oldu. Fotoğrafın dandikliğine rağmen British Library'de örgü ören teyzeyi de buradan sizlerle paylaşıyorum, malum bu blogun en önemli özelliği bir doğruluk kaynağı olması, muhteşem görsel sunması değil.

Pazartesi, Aralık 20, 2010

sanat camiası


Yazıp yazıp yayınlayamadığım yazılar birikedursun, sizlere müzik yazarı arkadaşım pembegözlüklükedi'nin hazırladığı "İngiltere'den son 50 yılda çıkan en iyi 25 şarkı" listesini iftiharla sunayım. Başta 10 şarkı seçmişti, sonra hakkını veremediği müzisyenleri düşünerek 25'e çıkardı, ama hala bu listenin 50 şarkılık olması gerektiğini savunuyor. Eğer "en iyi 50" listesi yaparsa onu da gelecek yılbaşı hediyesi olarak buradan sizlerle paylaşırım. Yalnız listede Led Zeppelin'e yer olup da nasıl Queen'e yer olamamış pek anlamadım, ama eminim ki sağlam bir açıklaması vardır kendisinin. Fizy'den linklerini koyup hoş bir süpriz yapmak isterdim, ama hem fizy'nin saçmalayıp yüzümü kara çıkartmasından çekindim, hem de linklere pek tıklanıyor mu emin olamadım. Bu arada burada Magic FM diye bir radyo kanalı var. Sloganı "Less music, more talk" olan bu kanalı ilk bulduğumda çok sevinmiştim, çünkü İngilizler'in radyoculuk anlayışı abartısız 45 dakika hararetle konuşup sonra bir şarkı çalıp onun da sonunu beklemeden yeniden muhabbete başlamak şeklinde olduğu için. Gelin görün ki bu kanal, kasım ayının ortasından beri her akşam saat 7 den gece yarısına kadar, aynı playlisti çalıyor. Nothing compares'le başlayıp, gary jules'un mad world'u ile devam eden listenin her yarım saatinde de bir christmas şarkısı çalınıyor. Bu, başlarda bana fena gelmeyen sözümona romantik liste christmas listesiymiş, christmas!a kadar her gün aynı şarkılar, allahım ne saçmalık. Merak ediyorum 26'ından sonra ne çalacaklar. Mutlu Noel'ler.

(I Can't Get No) Satisfaction - The Rolling Stones (1965)
My Generation - The Who (1965)

Lucy In the Sky With Diamonds - The Beatles (1967)
Paranoid - Black Sabbath (1970)
Stairway to Heaven - Led Zeppelin (1971)
Children of Revolution - T.Rex (1972)
Ziggy Stardust - David Bowie (1972)
Goodbye Yellow Brick Road - Elton John (1973)
Love is the Drug - Roxy Music (1975)

God Save the Queen - Sex Pistols (1977)

London Calling - The Clash (1979)

Love Willl Tear Us Apart - Joy Division (1979)

Another Brick on the Wall - Pink Floyd (1979)
Boys Don't Cry - The Cure (1980)
Blue Monday - New Order (1983)

This Charming Man - The Smiths (1984)
George Michael - Faith (1987)
I Wanna Be Adored - The Stone Roses (1989)
Parklife - Blur (1994)
Voodoo People - Prodigy (1994)
Wonderwall - Oasis (1995)

Paranoid Android - Radiohead (1997)
Yellow - Coldplay (2000)
I Bet You Look Good on the Dancefloor - The Arctic Monkeys (2006)
You Know I'm No Good - Amy Winehouse (2006)

Pazar, Aralık 05, 2010

kar ve kriz


Bir+bir'in kasım sayısında, "Dikizleme günlüğü" kitabının yazarı ile yaptıkları röportajı okudum; adam insanların nasıl facebookta, bloglarda kendilerini ve hayatlarını teşhir ettikleri gibi ilk defa duymadığımız şeylerden bahsetmiş. Kendisine katılmadığım nokta şu, online hayat gerçek hayatın bir versiyonu ya da kopyası, simülasyonu falan değil, gerçek hayattan bağımsız, başka bir şey. Yani insanlar internette yazdıklarıyla, seçtikleri resimlerle, videolarla bir şeyleri teşhir ediyorlar ama bu teşhir ettikleri şeyin gerçekte yaşadıklarıyla ya da karakterleriyle uzaktan yakından alakası olmayabilir çoğu zaman. Tıpkı bu blogu okuyan birinin beni bir elimde cips bir elimde viski bardağı ve dört bir yanımda Çinliler'le Noel alışverişi yaparken hayal etmesi, ya da Londra'yı güllük gülistanlık bir yer sanması gibi.
Burada hayatın lunaparklardan ibaret olmadığından, Büyük Britanya'nın ne kadar büyük bir krizle boğuştuğundan bütün dünyanın haberi var. Emeklilik yaşı yükseltilecek, vergiler artacak, her geçen gün yeni bir sosyal fondan kesinti yapılacağı açıklanıyor, zaten işşizlik almış başını yürümüş ama binlerce insan daha işsiz kalacak, üniversite öğrencilerinin harçları 3 katına çıkarılacak vs... İnsanlar Türkiye'dekilerden bile daha karamsar, çünkü bence bir ayağı her zaman çukurda olan ülkelerde, insanlar sürekli şikayet etseler bile aslında duruma alışmış oluyorlar. Burada ise "koskoca Britanya Krallığı"nın içinde bulunduğu içler acısı hale hem alışmaları daha zor, hem de içinde bulundukları panik ve karamsarlık daha derin. Bunlar tabi benim derin sosyolojik araştırmalarım değil, yüzeysel gözlemlerim, ama elimde sağlam kanıtlar var.
Hafta başında metro işçileri, büyük çoğunluğunun işten atılması söz konusu olduğu için 48 saat grev yaptılar ve metro hatlarının neredeyse yüzde 90'ı çalışmadı. Metronun çalışmaması Londra için o kadar büyük çaplı bir felaket ki, bir distopya filmine konu bile olabilir. Filmin açılış sahnesi de şu: istasyonların önündeki parmaklıklara yığılmış binlerce insan, otobüs duraklarında aç, susuz bekleyen ve binebilmek için birbirlerini ezen bir onbinler daha ve geri kalan milyonlar, (bu kısım helikopter kamerasıyla havadan çekilmiş) caddelerde saatlerce ve çaresizce evlerine doğru yavaş yavaş yürüyorlar. Abarttığımı düşünenler yanılıyor, tamam sadece caddelerde yürüyenler kısmını abarttım ama böyle bir sahnenin olmamasının sebebi de, bedava dağıtılan Evening Standard gazetesinde yazdığına göre, o gün grev olduğu için o milyonların evden çalışması, işe gitmemesi. Açıkçası bu çok sevdiğim gazete de en az benim kadar güvenilir bir haber kaynağı; nedense fikir aldıkları vatandaşların isimleri hep Jack Smith, Mary Johnson gibi İngilizce hazırlık kitabından fırlamış gibi isimler. Zaten röportaj yaptıkları Londralılar'ın, isimleri gerçekse bile, en büyük argümanları "Burası ne biçim bir metropol? Hiç New York'da böyle şeyler oluyor mu?" olduğu için pek kayda değer değiller.
Metro grevinin havanın -2 derece olduğu güne denk gelmesi felaketin boyutunu iyice büyüttü. Ertesi gün kar yağmaya başladı ve her yer bembeyaz oldu, kar yüzünden banliyö trenleri çalışmadığı için Londralılar bir kaç gün daha evden çalışmaya devam ettiler. Bu kadar büyük bir kaosa sebep olan karın ortalama 10 cm olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Kar taneleri kahverenginin her tonunu taşıyan tuğlalardan yapılmış binalarla birleşince şehir güzelleşti. Evet sanırım bu şehirde biraz beyaz renge ihtiyaç varmış bunu keşfettim. Şehrin karla kaplanması ile keşfettiğim diğer şey de şu oldu: Britanya'nın içinde olduğu derin buhranın sebebi. Yukarıdaki fotoğraf da bu keşfimi belgeliyor ve hatta buradaki hakim zihniyeti. Kar yağdığı için hemen oraya koyulan, ancak oracığa bırakıldıktan sonra üstü karla kaplandığı için okunamayan "Dikkat, yerler kaygandır" tabelası. Eminim ki sadece o tabelanın üstündeki karları silmek ve bu uyarının mütemadiyen okunabilir olmasını sağlamakla görevli bir şahıs da vardır, ama o gün kar ya da metro grevi yüzünden evden çalışıyordur. İşte bu, bence Büyük Britanya'yı içinden çıkılmaz bir kaosa sürükleyen mantık silsilesi.