Dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olan Londra'yı öldürüp hakkını vermem gerekirse, bu şehirde bir kuruş harcamadan saatler geçirilebilecek açık ve kapalı onlarca yer sayabilirim. Güzel havalarda gezip dolaşmak için adım başı bir park ya da bahçe var, malum Londra'nın meşhur yeşil alanları. Gerçekten de bazen odamdaki dev Londra haritasına bakıyorum, gözümle tartabildiğim kadarıyla sanırım şehirdeki yeşiller grilerden daha fazla. Buradaki bütün park ve bahçeler Kraliyet'e ait, ama çoğu halkın kullanımına açık. Sadece Hyde Park ya da Regent's Park gibi en meşhur parklarda değil, sokak arasındaki ufacık bir "meydan bahçesi"nde bile anıt ağaçlar var, 300-400 yıllık, değilse bile bana öyle görünüyor. Meydan bahçesi, yani "square garden" dedikleri, mahalle aralarındaki ağaçlı yeşil meydanları da parkları da akşam altıdan sonra kitliyorlar, ayrıca çevreleri de parmaklıklarla çevrili.
Karın hayatı durdurduğu günlerden birinde, evin yakınındaki bir ara sokakta önceden gözüme kestirdiğim küçük ama bakımlı meydan bahçesine gittim. Yuvarlak meydanın etrafını turlayarak kapıyı bulmaya çalışırken, "Bu bahçe özeldir, yalnızca anahtar sahipleri kullanabilir." yazısını gördüm. Bu mahallenin ortasındaki koskocaman bahçenin içinde yalnızca bir adet çekirdek aile vardı, anne baba, biçimsiz bir kardan adam yapmaya çalışırken, çocuk da oynanmamış karları altüst etmekle meşguldü. Bir süre parmaklıklardan onları izleyip geri döndüm. "Nasıl mahallenin ortasındaki bir park kamuya ait olmaz" diye düşünürken, zaten halka açık olanların da kamuya değil Kraliyet'e ait olduklarını hatırladım.
Yine de ne kadar burun kıvırırsam kıvırayım, şehrin ortasında her şeyden kopup, bir kaç yüzyıllık ağaçların altında, kazlarla ördeklerle itişerek oturma özgürlüğünü tebaasına tanıdığı için Kraliyet Ailesi'ni takdir ediyorum. Ayrıca müzelerin neredeyse tamamını bedava yaparak, kültürel kısmı ilginizi çekmese bile sıcak ve korunaklı kamusal alanlar yaratan sponsor ve destekçileri de.
Havanın soğuk ya da yağmurlu olduğu zamanlarda da para harcamadan vakit geçirebileceğiniz bir başka mekan da daha önceki yazılarımda belirttiğim kütüphaneler. British Library'ye ilk gittiğimde, görevli kadın üye olmadığım için okuma odalarına giremeyeceğimi ama bunun dışında kalan kamusal alanları kullanabileceğimi söylediğinde, "kim ne yapsın o alanlarda be" diye düşünmüştüm. Sonra farkettim ki, içinde Birleşik Krallık'ta basılan her kitabı bulabileceğiniz okuma odalarına giremeseler bile, insanlar deri koltuklarda, ortalığa serpiştirilmiş okuma lambalı çalışma masalarında, duvar diplerinde, merdiven kenarlarında yani o görevlinin ilk gün önerdiği ama benim beğenmediğim "public space"lerde saatlerini geçiriyor. Üstelik sadece bedava kablosuz internetten faydalananları, ders çalışanları, halının üzerine kıvrılıp uyuklayanları ya da kütüphanenin hemen yanındaki tren istasyonundaki trenin saatini beklerken takılmak isteyenleri değil, kütüphanenin bir köşesinde oturup örgü ören yaşlı bir kadını gördüm de o yüzden burada anlatıyorum.
Ama Londra'daki beni en çok şaşırtan kapalı kamusal alanı soracak olursanız, işte şimdi söylüyorum: Apple Store'lar. Buraya gelmeden önce Apple ürünlerine karşı olan katı önyargımı, herhangi bir macbook'ta mouse okunu oynatmayı bile beceremeyişimi, ve insanlardaki Apple bağımlılığını katiyen anlayamayışımı ortadan kaldıran bu mekanları daha önce yurt dışında görmeyenler için tarif edeyim. Bir Apple Store içerideki bütün mobilyaların, merdivenlerin, korkulukların yani binanın dört duvarı dışındaki her şeyin camdan yapıldığı, masaların üzerinde her çeşit Apple ürününün bulunduğu son derece şık, içerideki o kalabalık olmasa, içeri girmeye, mobilyalara da ürünlere de dokunmaya çekineceğim türden bir dükkan, aynı Türkiye'deyken Apple'ın benim gözümdeki imajına uyacak şekilde tasarlanmış. Fakat içerisi, Türkiye'de keskin sınırları olan Apple kullanıcısı kesimin aksine, bıyıklı yaşlı kadınlardan, bakımlı İskandinav turistlere, siyah bekar anneler ve onların okul çağındaki çocuklarına, servis sektörünün direği göçmenlerden, takım elbisenin altına pembe çorap giyen İngiliz plaza insanına, toplumun akla gelebilecek her kesiminden insanı barındıran bence bir kamusal mekan, aynı zamanda da çok başarılı bir pazarlama stratejisi ki beni bile Apple'la kaynaştırdı. Bu Apple Store'ların içinde saatlerce i-padde oyun oynayan orta yaşlı adamlar da var, yoldan geçerken içeri girip belki iphone'nun şarjı bittiği için hemen girişteki macbookta mailini kontrol edip çıkan da. Ortalıkta dolaşan kırmızı kazaklı Apple insanları var ama onların ne oturup Youtube'dan Home Alone izleyen çocukları uyardığını gördüm, ne de ipad'de bağıra çağıra karşılıklı tilt oynayan çiftleri, tek yaptıkları arada sırada korkulukları, merdivenleri camsille temizlemek. Ayrıca çoğu Apple sahibinin takındığı, aman çizilmesin, kırılmasın tavrı da kimsede olmadığı için, oyun oynarken sinirlenip ipadleri fırlatanlar da var, incecik laptopların üzerine koluyla yaslananlar da. Buradan Apple kullanıcılarına sesleniyorum, korkmayın bişey olmuyor.
Sanırım bugüne kadar yazdıklarım arasında, Londra'ya yolu düşecek birine faydası en çok dokunacak yazı bu oldu. Fotoğrafın dandikliğine rağmen British Library'de örgü ören teyzeyi de buradan sizlerle paylaşıyorum, malum bu blogun en önemli özelliği bir doğruluk kaynağı olması, muhteşem görsel sunması değil.