Cumartesi, Kasım 27, 2010

noelden bozma yılbaşları


1 Kasım sabahı bütün vitrinlerdeki Halloween süsleri hızlıca söküldü ve balkabaklarından yapılmış Jack-o'-lantern'ların yerini, Noel Baba'lar aldı. Daha Noel gecesine iki ay vardı ama Kasım ayından beri insanlar Christmas havasına girdiler. Oxford Caddesi'ni hediye paketi ve şemsiye şekilli ışıklarla süslediler ki bence bunun altında "kriz mriz, yağmur çamur demeyin alışverişe devam edin" altmetni gizliydi. Aralık ayının gelmesiyle birlikte hummalı hazırlık had safhaya ulaştı, artık marketler bile daha geç saatlere kadar açık. İnsan kendini bu tüketim manyaklığına kaptırıyor, ya da ben dünyanın en hızlı asimile olan-alışan insanı olduğum için, her markete gidişimin dönüşünde evde bir Christmas sofrası kurasım geliyor malesef. Bu arada ev dediğim aslında ofis olan bu yere de iki haftadır christmas puddingleri ve şişe şişe şarap, şampanya depoluyorlar, heralde kalmaz diye korktuklarından.
Açıkçası 2005 yılında Şili'de geçirdiğim ilk Noel kutlamasına kadar, Christmas ve Yılbaşı'nı aynı gece yani 31 Aralık sanıyordum ve dolayısıyla İsa'nın doğum gününü de yanlış biliyormuşum, şimdi farkettim ama bunun konumuzla bir alakası yok. Neyse, belki de bu yüzden o yıla kadar Türkiye'deki "Yılbaşı kutlamak, Hristiyanlar'a özenmektir." tartışmalarından uzak kalmıştım. Şili'de 25 Aralık gecesinin Noel olduğunu ayrıca da 31 Aralık'ta yılbaşı kutlandığını öğrenince taşlar yerinde oturdu, ancak bu sefer de güney yarım kürede olmanın verdiği bir tuhaflık vardı. 35 derece sıcakta buram buram terleyen Noel Baba'lar, pamuktan kar kaplı vitrinlerin karşısında plajda sörf yapanları görünce anladım ki, bütün bu Noel çılgınlığı kuzey yarım küre için tasavvur edilmiş bir organizasyondu. Çocukken her yılbaşı Trt'de yayınlanan yılbaşı/noel temalı filmleri izler, "İzmir'e neden kar yağmıyor" diye kahrolur, romanlarda 1 Ocak gecesi karla kaplı şehirlere uyananları çok kıskanır ve yine de bitmek bilmez bir ümitle her 1 Ocak sabahı kar yağmasını beklerdim. İşte bu yüzden Güney Yarım Küre'deki çocukların yaşadıkları travmayı hayal bile edemiyorum.
Buradaki çocuklar bilakis çok şanslılar çünkü Hyde Park'ın ortasına uzaktan masal şehirlerine benzeyen bir lunapark kuruldu, benim ömrümde gördüğüm en büyük lunapark. Bütün Britanya'da böyle bir "christmas wonderland" yani noel için lunapark kurma adeti var sanırım çünkü Glasgow ve Edinburgh'da da şehrin orta yerine Lunapark kurulmuştu ama daha mütevazi ölçeklerde.
Hyde Park dediğimiz 250 hektarlık, yarısı bomboş ve dümdüz çim alanlardan oluşan parkın içindeki bu lunapark, İzmir Fuarı gibi, bir panayır yeri. Buz gibi havada ortalıkta koşturan bebeler, sıcak şarap içip nutellalı krep yiyerek salınan insanlar, buz pisti, sirk ve onlarca oyuncak var. Bu arada böyle coşkuyla anlattığıma bakmayın, 14 yaşında Sanitarium adlı bilgisayar oyununu oynadığımdan beri lunaparklar aslında benim için, ürkütücü, melankolik, kasvetli yerlerdir. Hani palyaçolar, Stephen King'in O'sunu okuyanlar ya da filmini izleyenler için korkunç, ya da Türkan Şoray'ın Azize'sini izleyenler için hüzünlü ve acınasıdırlar ya bu da öyle bir şey. Yine de havanın 3'te karardığı günleri, gri kış aylarını cazip hale getirebilecek bu Britanya adetini sizlerle paylaşmak istedim.
Hava durumunda kar yağışı gözüküyor, içimde bir ümit var, karla kaplı Hyde Park'ın ortasındaki melankolik oyuncaklarla, ve geç de olsa gerçekleşen bir çocukluk hayali ile ilgili. Evet içimde bir çocuk gizli, ya da daha ziyade ergen diyelim, facebook'ta yaptığım testte çıktığı gibi.

Salı, Kasım 09, 2010

sebepsiz isyan



Geçen gece 5'te Oral'ı karşılamaya tren istasyonuna gitmek için otobüs bekliyordum. Birden önümden geçen karaltıyı kedi sandım 2 saniyeliğine mutlu oldum, gerçekten içim ısındı o soğukta, tanıdık bir yüz görmüş gibi. Ama tabii ki kedi değil güvercinmiş, uçmak yerine bütün şehri yürüyerek dolaşmayı tercih iden şişko Britanya güvercini. Kaldırımdan yürüyerek geçiyordu. Sokak kedilerini, köpeklerini toplayıp da kuş sürülerine ilişmeyen medeniyet kriterlerini anlayamıyorum. Düz mantığın bittiği yerdeyim.
Ayrıca markette satılan ürünlerdeki fiyat dengesizliğini de anlayamıyorum. Plastik kadehlerde 1 pounda tek içimlik şarap satılmasına ve bir adet carlsberg biranın 75 p olmasına diyecek sözüm yok, kültürel gereklilik, şu yazıda değindiğim gibi. Ama marketteki en ucuz ekmeğin 80 p olmasını ve bunu da geçtim, bir süpermarketten alınabilecek en ucuz gıda maddesinin 25 p'lik fiyatıyla CİPS olmasını aklım havsalam almıyor. Çünkü bence, dünyanın neresine gidilirse gidilsin en ucuz yiyecek ekmek olmalıdır. Ya da ekmeğin muadili, mesela Asya'da pirinç olur, Karadeniz'de mısır ekmeği olur, diyelim burada patates buğdaydan daha çok yetişiyorsa, patates unundan yapılmış ekmek olur, ama cips olmaz. Fakirlerin obez olmasının sebebini market reyonlarında buldum. Bir ara dadanmıştım cipslere, ki hiç sevmem, sadece ucuz olduğundan değil demek isterdim, ama başka bir neden de bulamıyorum. Belki sokakta herkesi cips yerken gördüğüm için özenmiş olabilirim. Neyse bıraktım. Tanrı herkesi alışmaktan korusun.
Rüyamda Zeno ve sınıftaki diğer Çinliler blogumu okumuşlar ve bana surat yapıyorlardı. Evet hayatta herşeyin bedeli var, böyle ortalık yerde milletin arkasından atıp tutmanın da. Dikkat ettiyseniz bütün bu yazı boyunca en ufak bir dedikodu kırıntısı yok, yalnız şunu anlatmadan geçemeyeceğim. Beni uzunca bir süre votkaya alerjisi olduğuna, hiç sevmediğine, hatta bunun sebebinin çocukken babaannesinin köyde yaptığı ev yapımı votkalar olduğuna inandıran Rus kankam, geçen gün gittiğimiz partide bütün gece votkayla birayı karıştırarak içti. Hani dedim alerjin vardı yalancı, ama fazla da kızamadım; yeni tanıdığın insanlara, ilişkinin başında kendinle ilgili dandik yalanlar söylemenin dayanılmaz hafifliğini çok iyi bildiğimden değil, votkanın ne olursa olsun karşı konulamayacak bir içki olduğunu düşündüğüm için.


Pazartesi, Kasım 01, 2010

toplu tören ve kemikleri sızlayan cadılar


Nick Hornby, 90'ların Londra'sında geçen romanı High Fidelity'de "Londra'da klasik bir cumartesi gecesi pub, hint yemeği ve gece otobüsünden meydana gelir." demişti. Klasik derken, bu üçlü o romandaki 35 yaşındaki baş karakter için mi klasikti, yoksa Londra için mi tam hatırlamıyorum ama zaten insanın kendini sokaklara atasını getiren bir tanım değil bence. Açıkçası içeride müzik olmayan ve 11'de kapanan publara bayılmıyorum, ama 11'den sonra açık olan, güzel müzik çalan yerler de var. Hint yemeğine bayılıyordum ama bir süre sonra aloeveralı duş jeliyle yıkandıktan hemen sonra bile köri kokmaya başladığım için onu da bıraktım. Gece otobüsü ise bana en saçma gelen kısmıydı, metro 11 buçukta kapandığından, içip içip gecenin bir yarısı o soğukta, yarım saat otobüs bekleyip eve dönme fikri çok cazip gelmiyordu. Ama bir süre sonra anladım ki gece otobüsü de aslında Londra'daki gece hayatının bir parçası; yemek yeme, sızma ya da kusma gibi kısımlarının gerçekleştiği bir parça, mesela.
Burada geçirdiğim kısa zamanın sonunda, bu Nick Hornby'nin gece hayatı tanımına bir de viski ve Smiths'i ekleyebilirim. Viskiyle biranın aynı fiyat olduğu bir diyardan sesleniyorum sizlere, üstelik biraları da asitsiz, milletin bayıldığı tarz ama ben pek sevmiyorum, tükürük gibi. Gerçi her yerde Efes satılıyor ama Efes en ucuz bira olduğundan sadece yarım saatte 4 bira içen kırmızı burunlu, kasketli adamların elinde görüyorum Efes'i, zaten Efes de olsa viskiyi tercih ederim. Tabii viski konusunda bu kadar çabuk havaya girmemde, kaldığım anestezi ofisinin mutfağında duran viski şişeleri ile yalnız geçirdiğim gecelerde kurduğum yakın ilişkinin de etkisi var, sanırım.
Smiths'e gelince ona alışmam elbette ki viski kadar kolay olmadı. Çünkü ne Morrissey'in çok hisli olduğunu sandığı ama dünyanın en ruhsuz sesine tahammülüm vardı, ne de şarkılarına. Ama burada her yerde, gecede iki üç kere çalıyor ve herkes o anda yaptığı şeyi -yiyişmek, içki içmek, dans etmek, masanın üzerine sızmak gibi- anında bırakıp, birden bağıra bağıra eşlik etmeye başlıyorlar. Böyle orda burda dinleye dinleye gündüzleri de dilime dolanır oldu o dandik şarkılar.
Smiths, viski ve gece otobüsünden oluşan Londra gece hayatını bu hafta sonu beyaz suratlı, kanlı tişörtlü tipler bastı. Üç gün üç gece süren Cadılar Bayramı kutlamaları, dün sabaha karşı sona erdi. Aslında İngilizler'in dediğine göre, on sene öncesine kadar burada böyle bir Halloween çılgınlığı yokmuş, "Amerika'dan geldi" diyorlar. Ama Cadılar Bayramı'nın kökleri İrlanda geleneklerine uzanıyormuş, wikipedia'dan baktım. İrlanda ve İngiltere arasındaki kültürel alışveriş, Amerika'yla İngiltere arasındakinden daha kıt olsa gerek, bu gelenek önce İrlandalılar tarafından Amerika'ya yayılmış, sonra da buralara geri dönmüş. Gelenek kısmını bir kenara bırakırsak, burada perşembe gününden beri tam anlamıyla bir Halloween manyaklığı yaşanıyor, sokakta yüzünün rengi normal olan insan görmedim desem abartmış olmam.
Bu çılgınlığa dahil olmak üzere cuma günü, okuldaki Rus ama votka sevmeyen Aleksandra ile Soho'da kostüm malzemeleri satan dükkanların sıralandığı Berwick Street'e gittik. Dükkanlar hınca hınç doluydu, ve hatta bazılarının önünde uzun kuyruklar vardı içeriye girebilmek için. Aleksandra, vitrin mankeni kılığına girmek için takma kirpik, kıvırcık peruk vs aldı, ben de David Bowie olmayı düşünerek bir adet turuncu peruk aldım. Bu arada alışveriş yapanlar arasında takma sivri kulak alan gençlerden cadı süpürgesi arayan teyzelere, çeşit çeşit insan vardı. Halloween aslında 31 ekim, cuma günü öğlen saatlerinde piyasada yüz beyazlatıcı boya kalmamıştı, biz de zombie beyazı değil de çocukken kullandığımız pastel boyalarda bir ten rengi vardı, hiç birimizin teninde olmayan, o renk bir boya aldık. Bu arada bu dükkanlardan, kopuk parmak, yara izi ya da dev kirpikler parça parça alınabilirken, komple kostüm de tedarik edilebiliyor, ama hem çok pahalı, hem çok gereksiz ve çirkin, hem de herşeyi geçtim, David Bowie kostümü satılmıyor ama Rod Stewart satılıyordu ya, bir insan neden Rod Stewart kılığına girmek ister anlamadım, Rod Stewart da Smiths gibi bir milli kahraman sanırım burada.
Cuma gecesi Esin'in Japon prensesi benimse David Bowie ölmüş olsa kemiklerini sızlatacak bir kılıkta gittiğimiz partide, İngiliz kızları seksi olma fırsatını kaçırmamıştı. Kızların yüzde 80'i Halloween slut diyebileceğimiz kılıktaydı, mini fırfırlı etekler, fileli çoraplar ya da jartiyerler giymişti. Konsepti yakalamak için de üstlerine başlarına biraz kan sıçratmışlar, ya da mesela bluzlarının bazı yerlerini yırtmışlardı.
Cumartesi gecesi kendi kılığımda gittiğim partideyse bayağı uğraşmış tipler vardı. Tim Burton'ın Alice'i, Corpse Bride'ının yanı sıra, "Küçük Korku Dükkanı" filmindeki canavar çiçek kılığında biri de vardı ki korkunç değil komikti. Pazar gecesi okuldakilerle çıktığımızda artık gerçekten beyaz surat görmek baymıştı. Üç gün üç gece boyunca, sokaklar cani doktorlar, seksi, saldırıya uğramış hemşireler, manyak vampirler gibi yüzü beyaza ya da nadiren yeşile, maviye boyanmış türlü tiple doluydu ama korkunç bir şey oldu mu derseniz olmadı. Ha, cumartesi gecesi eve dönerken bindiğim otobüsün ikinci katına çıkınca karşılaştığım manzara bütün bu Halloween boyunca gördüğüm tek korkunç şeydi. Beyaz suratlı, kanlı dişli, yüzündeki boyalar birbirine karışmış ve sızmış, hatta baygın insanlarla dolu bir otobüs. Bana korkunç geldi valla, yani korkunç derken tabii Amerikan gençlik korku filmlerinden bir sahne kadar, ancak.