Nick Hornby, 90'ların Londra'sında geçen romanı High Fidelity'de "Londra'da klasik bir cumartesi gecesi pub, hint yemeği ve gece otobüsünden meydana gelir." demişti. Klasik derken, bu üçlü o romandaki 35 yaşındaki baş karakter için mi klasikti, yoksa Londra için mi tam hatırlamıyorum ama zaten insanın kendini sokaklara atasını getiren bir tanım değil bence. Açıkçası içeride müzik olmayan ve 11'de kapanan publara bayılmıyorum, ama 11'den sonra açık olan, güzel müzik çalan yerler de var. Hint yemeğine bayılıyordum ama bir süre sonra aloeveralı duş jeliyle yıkandıktan hemen sonra bile köri kokmaya başladığım için onu da bıraktım. Gece otobüsü ise bana en saçma gelen kısmıydı, metro 11 buçukta kapandığından, içip içip gecenin bir yarısı o soğukta, yarım saat otobüs bekleyip eve dönme fikri çok cazip gelmiyordu. Ama bir süre sonra anladım ki gece otobüsü de aslında Londra'daki gece hayatının bir parçası; yemek yeme, sızma ya da kusma gibi kısımlarının gerçekleştiği bir parça, mesela.
Burada geçirdiğim kısa zamanın sonunda, bu Nick Hornby'nin gece hayatı tanımına bir de viski ve Smiths'i ekleyebilirim. Viskiyle biranın aynı fiyat olduğu bir diyardan sesleniyorum sizlere, üstelik biraları da asitsiz, milletin bayıldığı tarz ama ben pek sevmiyorum, tükürük gibi. Gerçi her yerde Efes satılıyor ama Efes en ucuz bira olduğundan sadece yarım saatte 4 bira içen kırmızı burunlu, kasketli adamların elinde görüyorum Efes'i, zaten Efes de olsa viskiyi tercih ederim. Tabii viski konusunda bu kadar çabuk havaya girmemde, kaldığım anestezi ofisinin mutfağında duran viski şişeleri ile yalnız geçirdiğim gecelerde kurduğum yakın ilişkinin de etkisi var, sanırım.
Smiths'e gelince ona alışmam elbette ki viski kadar kolay olmadı. Çünkü ne Morrissey'in çok hisli olduğunu sandığı ama dünyanın en ruhsuz sesine tahammülüm vardı, ne de şarkılarına. Ama burada her yerde, gecede iki üç kere çalıyor ve herkes o anda yaptığı şeyi -yiyişmek, içki içmek, dans etmek, masanın üzerine sızmak gibi- anında bırakıp, birden bağıra bağıra eşlik etmeye başlıyorlar. Böyle orda burda dinleye dinleye gündüzleri de dilime dolanır oldu o dandik şarkılar.
Smiths, viski ve gece otobüsünden oluşan Londra gece hayatını bu hafta sonu beyaz suratlı, kanlı tişörtlü tipler bastı. Üç gün üç gece süren Cadılar Bayramı kutlamaları, dün sabaha karşı sona erdi. Aslında İngilizler'in dediğine göre, on sene öncesine kadar burada böyle bir Halloween çılgınlığı yokmuş, "Amerika'dan geldi" diyorlar. Ama Cadılar Bayramı'nın kökleri İrlanda geleneklerine uzanıyormuş, wikipedia'dan baktım. İrlanda ve İngiltere arasındaki kültürel alışveriş, Amerika'yla İngiltere arasındakinden daha kıt olsa gerek, bu gelenek önce İrlandalılar tarafından Amerika'ya yayılmış, sonra da buralara geri dönmüş. Gelenek kısmını bir kenara bırakırsak, burada perşembe gününden beri tam anlamıyla bir Halloween manyaklığı yaşanıyor, sokakta yüzünün rengi normal olan insan görmedim desem abartmış olmam.
Bu çılgınlığa dahil olmak üzere cuma günü, okuldaki Rus ama votka sevmeyen Aleksandra ile Soho'da kostüm malzemeleri satan dükkanların sıralandığı Berwick Street'e gittik. Dükkanlar hınca hınç doluydu, ve hatta bazılarının önünde uzun kuyruklar vardı içeriye girebilmek için. Aleksandra, vitrin mankeni kılığına girmek için takma kirpik, kıvırcık peruk vs aldı, ben de David Bowie olmayı düşünerek bir adet turuncu peruk aldım. Bu arada alışveriş yapanlar arasında takma sivri kulak alan gençlerden cadı süpürgesi arayan teyzelere, çeşit çeşit insan vardı. Halloween aslında 31 ekim, cuma günü öğlen saatlerinde piyasada yüz beyazlatıcı boya kalmamıştı, biz de zombie beyazı değil de çocukken kullandığımız pastel boyalarda bir ten rengi vardı, hiç birimizin teninde olmayan, o renk bir boya aldık. Bu arada bu dükkanlardan, kopuk parmak, yara izi ya da dev kirpikler parça parça alınabilirken, komple kostüm de tedarik edilebiliyor, ama hem çok pahalı, hem çok gereksiz ve çirkin, hem de herşeyi geçtim, David Bowie kostümü satılmıyor ama Rod Stewart satılıyordu ya, bir insan neden Rod Stewart kılığına girmek ister anlamadım, Rod Stewart da Smiths gibi bir milli kahraman sanırım burada.
Cuma gecesi Esin'in Japon prensesi benimse David Bowie ölmüş olsa kemiklerini sızlatacak bir kılıkta gittiğimiz partide, İngiliz kızları seksi olma fırsatını kaçırmamıştı. Kızların yüzde 80'i Halloween slut diyebileceğimiz kılıktaydı, mini fırfırlı etekler, fileli çoraplar ya da jartiyerler giymişti. Konsepti yakalamak için de üstlerine başlarına biraz kan sıçratmışlar, ya da mesela bluzlarının bazı yerlerini yırtmışlardı.
Cumartesi gecesi kendi kılığımda gittiğim partideyse bayağı uğraşmış tipler vardı. Tim Burton'ın Alice'i, Corpse Bride'ının yanı sıra, "Küçük Korku Dükkanı" filmindeki canavar çiçek kılığında biri de vardı ki korkunç değil komikti. Pazar gecesi okuldakilerle çıktığımızda artık gerçekten beyaz surat görmek baymıştı. Üç gün üç gece boyunca, sokaklar cani doktorlar, seksi, saldırıya uğramış hemşireler, manyak vampirler gibi yüzü beyaza ya da nadiren yeşile, maviye boyanmış türlü tiple doluydu ama korkunç bir şey oldu mu derseniz olmadı. Ha, cumartesi gecesi eve dönerken bindiğim otobüsün ikinci katına çıkınca karşılaştığım manzara bütün bu Halloween boyunca gördüğüm tek korkunç şeydi. Beyaz suratlı, kanlı dişli, yüzündeki boyalar birbirine karışmış ve sızmış, hatta baygın insanlarla dolu bir otobüs. Bana korkunç geldi valla, yani korkunç derken tabii Amerikan gençlik korku filmlerinden bir sahne kadar, ancak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder