İlker'e Londra'nın en canlı müzik yapılan yerlerini gezdirme hırsıyla başladığımız tur sayesinde bir kere daha büyük şehirlerin asıl olayının insanı şaşırtabilme kapasitesi olduğunu anladım. Bahsettiğim hırsın çıkış noktası, Esin'in the guardian'da gördüğü "Londra'nın en iyi 10 canlı müzik mekanı listesi"ndeki yerleri teker teker deneme fikriydi. Şimdi bu listelere güven olmayacağını biliyoruz, ya birilerinin tanıdığı vardır, ya da gazetedeki yöneticilerden biri bir kulübe ortak olmuştur, böylelikle en iyi ilk on listeleri oluşur. Ama yine de bence bütün bu listelerin, ölmeden önce görmeniz gereken 100 film, dinlemeniz gereken 1000 şarkı listeleri de dahil olmak üzere, ortak noktası insanda bir eksik kalmama/ıskalamama/kaçırmama duygusu yaratması. İşte biz de bu hissiyatla, İlker geldiğinden beri elimizde liste, o kulüp senin bu kulüp benim geziyoruz.
Listedeki kulüplerden biri, Camden'da, guardian'ın deyimiyle, İngiltere'nin müstakbel meşhur indie gruplarının ilk keşfedildiği mekanlardan biri olan Dublin Castle idi. Güya geçtiğimiz yıllarda Amy Winehouse'un, Pete Doherty'nin konser verdiği mekana gitmek için İlker'in yıllar içinde geliştirdiği dans figürlerini sergilemek, benimse ünlü görmek gibi nedenlerim vardı ancak içeri girip, çoğunluğu zenci, kasketli dinleyici grubunu görünce, Oral indie mindie değil hip hop konserine geldiğimizi iddia etti ama kendisine inanmadık. Biraz daha zaman geçip, konserin olacağı sahnenin yer aldığı bölüme doğru ilerleyince, bu Londra'nın en iyi 10 canlı müzik yapılan mekanlarından biri olan indie cennetinin sahnesinde, 3 adet mikrofon dışında her hangi bir müzik aleti olmadığını gördük. Bunun üzerine İlker bir vokal grubu dinleyeceğimizi, Esin de sahnenin arkasındaki duvarların açılıp ortaya müzik aletlerinin çıkacağını öne sürdü, ta ki güneş gözlüklü, üzerine kankalarının renkli kalemlerle özlü sözlerini yazıp imzaladığı beyaz bir gömlek giyen gençten zenci bir çocuk sahneye çıkıp eline mikrofon alıncaya kadar, Oral'a hiç birimiz inanmak istemedik.
O dakikadan sonra hiphop konserine geldiğimizi kabullendik, ben Amy Winehouse'u görme ümitlerimi içime gömdüm, İlker de dans figürlerini en azından bir süre kendine sakladı. Beyaz gömlekli, heyecanlı ve amatör ruhlu genç çocuk sahneden inince, tipinden, kılığından ve aksanından Türk olduğuna kanaat getirdiğimiz başka bir hip hopçu çıktı. Zaten mekanın yarısını zenciler doldurmuştu, geri kalanlar da gurbetçi Türkler'di, bir de ortama sanki herkes birbirini tanıyormuş da tek yabancı bizmişiz gibi bir hava hakimdi. Bu ilginç dinleyici grubu içerisinde, uzun boylu, tayyörlü, topuklu ayakkabılı ve inci kolyeli melez bir kadın, bir de elinde bond çanta taşıyan başka bir zenci adamın orada ne işleri olduğunu bütün konser boyunca sorguladım. Derken Türk hiphopçu sahneden indi, başka bir zenci hiphopçu çıktı, "Come on all the africans" diye başlayıp dinleyicileri gaza getirdi, bir kaç dakika içinde mekandaki inci kolyeli kız da dahil olmak üzere bütün afrika kökenliler hiphop halayı diyebileceğimiz kolektif figürlerle dans etmeye devam ettiler. En sonunda da bond çantalı iri, zenci adam çantasıyla birlikte sahneye çıktı, içinden bir adet içi kırmızı dışı siyah pelerin, bir çift siyah deri eldiven ve güneş gözlüğü çıkardı ve taktı. Bu müthiş sahne şovunun bitmesini bekleyemeden konser mekanını terkettik.
Bu hiphop konserinin ertesi günü, Royal Opera House'da Hansel ve Gretel'e gittim. İçerisi benim gibi 10 poundluk öğrenci bileti almış gençler ve 90 poundluk biletleri alan yaşlı İngilizlerle doluydu. 31 aralık günü öğle vakti kim operaya gider diye düşünmüştüm, ama 5 katlı salon neredeyse tamamen doluydu. Bu seferki motivasyonum ünlü görmek değil, Hansel ve Gretel'i baştan çıkaran şekerleme ve çukulatadan yapılmış evi o ihtişamlı sahnede, koskocaman ve gepgerçek bir halde görmekti. Yoksa 2 saat boyunca Almanca şarkı söyleyen iri ve sevimsiz iki çocuğa neden tahammül edeyim. Pasta evin olduğu sahneye geldiğimizde, artık kriz yüzünden masrafları kıstıkları için mi, yoksa rejisörün yeni bir yorum getirme arayışından mıdır bilemiyorum, ama Hansel ve Gretel el kadar, ev şeklinde bir pasta maketini yemeye başladılar. Yaşadığım hayal kırıklığını, son sahnede bunları pişirip yemeyi planlayan cadıyı fırına atmaları, ve sonra cadının fırından dev bir pasta olarak çıkması ve çocukların cadının kolunu bacağını kopararak yemesinden oluşan tuhaf sonun verdiği şaşkınlık biraz dindirdi.
Büyük şehir insanı şaşırta şaşırta, hiç bir şeye şaşıramaz hale getiriyor, bunu da ben söylemiyorum, Simmel'in iddiası. Yoksa bana kalsa, alışma'nın borusunun ötmediği ender durumlardan biri: şaşırmak.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder