Pazar, Aralık 26, 2010

bedava elma


Dünyanın en pahalı şehirlerinden biri olan Londra'yı öldürüp hakkını vermem gerekirse, bu şehirde bir kuruş harcamadan saatler geçirilebilecek açık ve kapalı onlarca yer sayabilirim. Güzel havalarda gezip dolaşmak için adım başı bir park ya da bahçe var, malum Londra'nın meşhur yeşil alanları. Gerçekten de bazen odamdaki dev Londra haritasına bakıyorum, gözümle tartabildiğim kadarıyla sanırım şehirdeki yeşiller grilerden daha fazla. Buradaki bütün park ve bahçeler Kraliyet'e ait, ama çoğu halkın kullanımına açık. Sadece Hyde Park ya da Regent's Park gibi en meşhur parklarda değil, sokak arasındaki ufacık bir "meydan bahçesi"nde bile anıt ağaçlar var, 300-400 yıllık, değilse bile bana öyle görünüyor. Meydan bahçesi, yani "square garden" dedikleri, mahalle aralarındaki ağaçlı yeşil meydanları da parkları da akşam altıdan sonra kitliyorlar, ayrıca çevreleri de parmaklıklarla çevrili.
Karın hayatı durdurduğu günlerden birinde, evin yakınındaki bir ara sokakta önceden gözüme kestirdiğim küçük ama bakımlı meydan bahçesine gittim. Yuvarlak meydanın etrafını turlayarak kapıyı bulmaya çalışırken, "Bu bahçe özeldir, yalnızca anahtar sahipleri kullanabilir." yazısını gördüm. Bu mahallenin ortasındaki koskocaman bahçenin içinde yalnızca bir adet çekirdek aile vardı, anne baba, biçimsiz bir kardan adam yapmaya çalışırken, çocuk da oynanmamış karları altüst etmekle meşguldü. Bir süre parmaklıklardan onları izleyip geri döndüm. "Nasıl mahallenin ortasındaki bir park kamuya ait olmaz" diye düşünürken, zaten halka açık olanların da kamuya değil Kraliyet'e ait olduklarını hatırladım.
Yine de ne kadar burun kıvırırsam kıvırayım, şehrin ortasında her şeyden kopup, bir kaç yüzyıllık ağaçların altında, kazlarla ördeklerle itişerek oturma özgürlüğünü tebaasına tanıdığı için Kraliyet Ailesi'ni takdir ediyorum. Ayrıca müzelerin neredeyse tamamını bedava yaparak, kültürel kısmı ilginizi çekmese bile sıcak ve korunaklı kamusal alanlar yaratan sponsor ve destekçileri de.
Havanın soğuk ya da yağmurlu olduğu zamanlarda da para harcamadan vakit geçirebileceğiniz bir başka mekan da daha önceki yazılarımda belirttiğim kütüphaneler. British Library'ye ilk gittiğimde, görevli kadın üye olmadığım için okuma odalarına giremeyeceğimi ama bunun dışında kalan kamusal alanları kullanabileceğimi söylediğinde, "kim ne yapsın o alanlarda be" diye düşünmüştüm. Sonra farkettim ki, içinde Birleşik Krallık'ta basılan her kitabı bulabileceğiniz okuma odalarına giremeseler bile, insanlar deri koltuklarda, ortalığa serpiştirilmiş okuma lambalı çalışma masalarında, duvar diplerinde, merdiven kenarlarında yani o görevlinin ilk gün önerdiği ama benim beğenmediğim "public space"lerde saatlerini geçiriyor. Üstelik sadece bedava kablosuz internetten faydalananları, ders çalışanları, halının üzerine kıvrılıp uyuklayanları ya da kütüphanenin hemen yanındaki tren istasyonundaki trenin saatini beklerken takılmak isteyenleri değil, kütüphanenin bir köşesinde oturup örgü ören yaşlı bir kadını gördüm de o yüzden burada anlatıyorum.
Ama Londra'daki beni en çok şaşırtan kapalı kamusal alanı soracak olursanız, işte şimdi söylüyorum: Apple Store'lar. Buraya gelmeden önce Apple ürünlerine karşı olan katı önyargımı, herhangi bir macbook'ta mouse okunu oynatmayı bile beceremeyişimi, ve insanlardaki Apple bağımlılığını katiyen anlayamayışımı ortadan kaldıran bu mekanları daha önce yurt dışında görmeyenler için tarif edeyim. Bir Apple Store içerideki bütün mobilyaların, merdivenlerin, korkulukların yani binanın dört duvarı dışındaki her şeyin camdan yapıldığı, masaların üzerinde her çeşit Apple ürününün bulunduğu son derece şık, içerideki o kalabalık olmasa, içeri girmeye, mobilyalara da ürünlere de dokunmaya çekineceğim türden bir dükkan, aynı Türkiye'deyken Apple'ın benim gözümdeki imajına uyacak şekilde tasarlanmış. Fakat içerisi, Türkiye'de keskin sınırları olan Apple kullanıcısı kesimin aksine, bıyıklı yaşlı kadınlardan, bakımlı İskandinav turistlere, siyah bekar anneler ve onların okul çağındaki çocuklarına, servis sektörünün direği göçmenlerden, takım elbisenin altına pembe çorap giyen İngiliz plaza insanına, toplumun akla gelebilecek her kesiminden insanı barındıran bence bir kamusal mekan, aynı zamanda da çok başarılı bir pazarlama stratejisi ki beni bile Apple'la kaynaştırdı. Bu Apple Store'ların içinde saatlerce i-padde oyun oynayan orta yaşlı adamlar da var, yoldan geçerken içeri girip belki iphone'nun şarjı bittiği için hemen girişteki macbookta mailini kontrol edip çıkan da. Ortalıkta dolaşan kırmızı kazaklı Apple insanları var ama onların ne oturup Youtube'dan Home Alone izleyen çocukları uyardığını gördüm, ne de ipad'de bağıra çağıra karşılıklı tilt oynayan çiftleri, tek yaptıkları arada sırada korkulukları, merdivenleri camsille temizlemek. Ayrıca çoğu Apple sahibinin takındığı, aman çizilmesin, kırılmasın tavrı da kimsede olmadığı için, oyun oynarken sinirlenip ipadleri fırlatanlar da var, incecik laptopların üzerine koluyla yaslananlar da. Buradan Apple kullanıcılarına sesleniyorum, korkmayın bişey olmuyor.
Sanırım bugüne kadar yazdıklarım arasında, Londra'ya yolu düşecek birine faydası en çok dokunacak yazı bu oldu. Fotoğrafın dandikliğine rağmen British Library'de örgü ören teyzeyi de buradan sizlerle paylaşıyorum, malum bu blogun en önemli özelliği bir doğruluk kaynağı olması, muhteşem görsel sunması değil.

Pazartesi, Aralık 20, 2010

sanat camiası


Yazıp yazıp yayınlayamadığım yazılar birikedursun, sizlere müzik yazarı arkadaşım pembegözlüklükedi'nin hazırladığı "İngiltere'den son 50 yılda çıkan en iyi 25 şarkı" listesini iftiharla sunayım. Başta 10 şarkı seçmişti, sonra hakkını veremediği müzisyenleri düşünerek 25'e çıkardı, ama hala bu listenin 50 şarkılık olması gerektiğini savunuyor. Eğer "en iyi 50" listesi yaparsa onu da gelecek yılbaşı hediyesi olarak buradan sizlerle paylaşırım. Yalnız listede Led Zeppelin'e yer olup da nasıl Queen'e yer olamamış pek anlamadım, ama eminim ki sağlam bir açıklaması vardır kendisinin. Fizy'den linklerini koyup hoş bir süpriz yapmak isterdim, ama hem fizy'nin saçmalayıp yüzümü kara çıkartmasından çekindim, hem de linklere pek tıklanıyor mu emin olamadım. Bu arada burada Magic FM diye bir radyo kanalı var. Sloganı "Less music, more talk" olan bu kanalı ilk bulduğumda çok sevinmiştim, çünkü İngilizler'in radyoculuk anlayışı abartısız 45 dakika hararetle konuşup sonra bir şarkı çalıp onun da sonunu beklemeden yeniden muhabbete başlamak şeklinde olduğu için. Gelin görün ki bu kanal, kasım ayının ortasından beri her akşam saat 7 den gece yarısına kadar, aynı playlisti çalıyor. Nothing compares'le başlayıp, gary jules'un mad world'u ile devam eden listenin her yarım saatinde de bir christmas şarkısı çalınıyor. Bu, başlarda bana fena gelmeyen sözümona romantik liste christmas listesiymiş, christmas!a kadar her gün aynı şarkılar, allahım ne saçmalık. Merak ediyorum 26'ından sonra ne çalacaklar. Mutlu Noel'ler.

(I Can't Get No) Satisfaction - The Rolling Stones (1965)
My Generation - The Who (1965)

Lucy In the Sky With Diamonds - The Beatles (1967)
Paranoid - Black Sabbath (1970)
Stairway to Heaven - Led Zeppelin (1971)
Children of Revolution - T.Rex (1972)
Ziggy Stardust - David Bowie (1972)
Goodbye Yellow Brick Road - Elton John (1973)
Love is the Drug - Roxy Music (1975)

God Save the Queen - Sex Pistols (1977)

London Calling - The Clash (1979)

Love Willl Tear Us Apart - Joy Division (1979)

Another Brick on the Wall - Pink Floyd (1979)
Boys Don't Cry - The Cure (1980)
Blue Monday - New Order (1983)

This Charming Man - The Smiths (1984)
George Michael - Faith (1987)
I Wanna Be Adored - The Stone Roses (1989)
Parklife - Blur (1994)
Voodoo People - Prodigy (1994)
Wonderwall - Oasis (1995)

Paranoid Android - Radiohead (1997)
Yellow - Coldplay (2000)
I Bet You Look Good on the Dancefloor - The Arctic Monkeys (2006)
You Know I'm No Good - Amy Winehouse (2006)

Pazar, Aralık 05, 2010

kar ve kriz


Bir+bir'in kasım sayısında, "Dikizleme günlüğü" kitabının yazarı ile yaptıkları röportajı okudum; adam insanların nasıl facebookta, bloglarda kendilerini ve hayatlarını teşhir ettikleri gibi ilk defa duymadığımız şeylerden bahsetmiş. Kendisine katılmadığım nokta şu, online hayat gerçek hayatın bir versiyonu ya da kopyası, simülasyonu falan değil, gerçek hayattan bağımsız, başka bir şey. Yani insanlar internette yazdıklarıyla, seçtikleri resimlerle, videolarla bir şeyleri teşhir ediyorlar ama bu teşhir ettikleri şeyin gerçekte yaşadıklarıyla ya da karakterleriyle uzaktan yakından alakası olmayabilir çoğu zaman. Tıpkı bu blogu okuyan birinin beni bir elimde cips bir elimde viski bardağı ve dört bir yanımda Çinliler'le Noel alışverişi yaparken hayal etmesi, ya da Londra'yı güllük gülistanlık bir yer sanması gibi.
Burada hayatın lunaparklardan ibaret olmadığından, Büyük Britanya'nın ne kadar büyük bir krizle boğuştuğundan bütün dünyanın haberi var. Emeklilik yaşı yükseltilecek, vergiler artacak, her geçen gün yeni bir sosyal fondan kesinti yapılacağı açıklanıyor, zaten işşizlik almış başını yürümüş ama binlerce insan daha işsiz kalacak, üniversite öğrencilerinin harçları 3 katına çıkarılacak vs... İnsanlar Türkiye'dekilerden bile daha karamsar, çünkü bence bir ayağı her zaman çukurda olan ülkelerde, insanlar sürekli şikayet etseler bile aslında duruma alışmış oluyorlar. Burada ise "koskoca Britanya Krallığı"nın içinde bulunduğu içler acısı hale hem alışmaları daha zor, hem de içinde bulundukları panik ve karamsarlık daha derin. Bunlar tabi benim derin sosyolojik araştırmalarım değil, yüzeysel gözlemlerim, ama elimde sağlam kanıtlar var.
Hafta başında metro işçileri, büyük çoğunluğunun işten atılması söz konusu olduğu için 48 saat grev yaptılar ve metro hatlarının neredeyse yüzde 90'ı çalışmadı. Metronun çalışmaması Londra için o kadar büyük çaplı bir felaket ki, bir distopya filmine konu bile olabilir. Filmin açılış sahnesi de şu: istasyonların önündeki parmaklıklara yığılmış binlerce insan, otobüs duraklarında aç, susuz bekleyen ve binebilmek için birbirlerini ezen bir onbinler daha ve geri kalan milyonlar, (bu kısım helikopter kamerasıyla havadan çekilmiş) caddelerde saatlerce ve çaresizce evlerine doğru yavaş yavaş yürüyorlar. Abarttığımı düşünenler yanılıyor, tamam sadece caddelerde yürüyenler kısmını abarttım ama böyle bir sahnenin olmamasının sebebi de, bedava dağıtılan Evening Standard gazetesinde yazdığına göre, o gün grev olduğu için o milyonların evden çalışması, işe gitmemesi. Açıkçası bu çok sevdiğim gazete de en az benim kadar güvenilir bir haber kaynağı; nedense fikir aldıkları vatandaşların isimleri hep Jack Smith, Mary Johnson gibi İngilizce hazırlık kitabından fırlamış gibi isimler. Zaten röportaj yaptıkları Londralılar'ın, isimleri gerçekse bile, en büyük argümanları "Burası ne biçim bir metropol? Hiç New York'da böyle şeyler oluyor mu?" olduğu için pek kayda değer değiller.
Metro grevinin havanın -2 derece olduğu güne denk gelmesi felaketin boyutunu iyice büyüttü. Ertesi gün kar yağmaya başladı ve her yer bembeyaz oldu, kar yüzünden banliyö trenleri çalışmadığı için Londralılar bir kaç gün daha evden çalışmaya devam ettiler. Bu kadar büyük bir kaosa sebep olan karın ortalama 10 cm olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim.
Kar taneleri kahverenginin her tonunu taşıyan tuğlalardan yapılmış binalarla birleşince şehir güzelleşti. Evet sanırım bu şehirde biraz beyaz renge ihtiyaç varmış bunu keşfettim. Şehrin karla kaplanması ile keşfettiğim diğer şey de şu oldu: Britanya'nın içinde olduğu derin buhranın sebebi. Yukarıdaki fotoğraf da bu keşfimi belgeliyor ve hatta buradaki hakim zihniyeti. Kar yağdığı için hemen oraya koyulan, ancak oracığa bırakıldıktan sonra üstü karla kaplandığı için okunamayan "Dikkat, yerler kaygandır" tabelası. Eminim ki sadece o tabelanın üstündeki karları silmek ve bu uyarının mütemadiyen okunabilir olmasını sağlamakla görevli bir şahıs da vardır, ama o gün kar ya da metro grevi yüzünden evden çalışıyordur. İşte bu, bence Büyük Britanya'yı içinden çıkılmaz bir kaosa sürükleyen mantık silsilesi.

Cumartesi, Kasım 27, 2010

noelden bozma yılbaşları


1 Kasım sabahı bütün vitrinlerdeki Halloween süsleri hızlıca söküldü ve balkabaklarından yapılmış Jack-o'-lantern'ların yerini, Noel Baba'lar aldı. Daha Noel gecesine iki ay vardı ama Kasım ayından beri insanlar Christmas havasına girdiler. Oxford Caddesi'ni hediye paketi ve şemsiye şekilli ışıklarla süslediler ki bence bunun altında "kriz mriz, yağmur çamur demeyin alışverişe devam edin" altmetni gizliydi. Aralık ayının gelmesiyle birlikte hummalı hazırlık had safhaya ulaştı, artık marketler bile daha geç saatlere kadar açık. İnsan kendini bu tüketim manyaklığına kaptırıyor, ya da ben dünyanın en hızlı asimile olan-alışan insanı olduğum için, her markete gidişimin dönüşünde evde bir Christmas sofrası kurasım geliyor malesef. Bu arada ev dediğim aslında ofis olan bu yere de iki haftadır christmas puddingleri ve şişe şişe şarap, şampanya depoluyorlar, heralde kalmaz diye korktuklarından.
Açıkçası 2005 yılında Şili'de geçirdiğim ilk Noel kutlamasına kadar, Christmas ve Yılbaşı'nı aynı gece yani 31 Aralık sanıyordum ve dolayısıyla İsa'nın doğum gününü de yanlış biliyormuşum, şimdi farkettim ama bunun konumuzla bir alakası yok. Neyse, belki de bu yüzden o yıla kadar Türkiye'deki "Yılbaşı kutlamak, Hristiyanlar'a özenmektir." tartışmalarından uzak kalmıştım. Şili'de 25 Aralık gecesinin Noel olduğunu ayrıca da 31 Aralık'ta yılbaşı kutlandığını öğrenince taşlar yerinde oturdu, ancak bu sefer de güney yarım kürede olmanın verdiği bir tuhaflık vardı. 35 derece sıcakta buram buram terleyen Noel Baba'lar, pamuktan kar kaplı vitrinlerin karşısında plajda sörf yapanları görünce anladım ki, bütün bu Noel çılgınlığı kuzey yarım küre için tasavvur edilmiş bir organizasyondu. Çocukken her yılbaşı Trt'de yayınlanan yılbaşı/noel temalı filmleri izler, "İzmir'e neden kar yağmıyor" diye kahrolur, romanlarda 1 Ocak gecesi karla kaplı şehirlere uyananları çok kıskanır ve yine de bitmek bilmez bir ümitle her 1 Ocak sabahı kar yağmasını beklerdim. İşte bu yüzden Güney Yarım Küre'deki çocukların yaşadıkları travmayı hayal bile edemiyorum.
Buradaki çocuklar bilakis çok şanslılar çünkü Hyde Park'ın ortasına uzaktan masal şehirlerine benzeyen bir lunapark kuruldu, benim ömrümde gördüğüm en büyük lunapark. Bütün Britanya'da böyle bir "christmas wonderland" yani noel için lunapark kurma adeti var sanırım çünkü Glasgow ve Edinburgh'da da şehrin orta yerine Lunapark kurulmuştu ama daha mütevazi ölçeklerde.
Hyde Park dediğimiz 250 hektarlık, yarısı bomboş ve dümdüz çim alanlardan oluşan parkın içindeki bu lunapark, İzmir Fuarı gibi, bir panayır yeri. Buz gibi havada ortalıkta koşturan bebeler, sıcak şarap içip nutellalı krep yiyerek salınan insanlar, buz pisti, sirk ve onlarca oyuncak var. Bu arada böyle coşkuyla anlattığıma bakmayın, 14 yaşında Sanitarium adlı bilgisayar oyununu oynadığımdan beri lunaparklar aslında benim için, ürkütücü, melankolik, kasvetli yerlerdir. Hani palyaçolar, Stephen King'in O'sunu okuyanlar ya da filmini izleyenler için korkunç, ya da Türkan Şoray'ın Azize'sini izleyenler için hüzünlü ve acınasıdırlar ya bu da öyle bir şey. Yine de havanın 3'te karardığı günleri, gri kış aylarını cazip hale getirebilecek bu Britanya adetini sizlerle paylaşmak istedim.
Hava durumunda kar yağışı gözüküyor, içimde bir ümit var, karla kaplı Hyde Park'ın ortasındaki melankolik oyuncaklarla, ve geç de olsa gerçekleşen bir çocukluk hayali ile ilgili. Evet içimde bir çocuk gizli, ya da daha ziyade ergen diyelim, facebook'ta yaptığım testte çıktığı gibi.

Salı, Kasım 09, 2010

sebepsiz isyan



Geçen gece 5'te Oral'ı karşılamaya tren istasyonuna gitmek için otobüs bekliyordum. Birden önümden geçen karaltıyı kedi sandım 2 saniyeliğine mutlu oldum, gerçekten içim ısındı o soğukta, tanıdık bir yüz görmüş gibi. Ama tabii ki kedi değil güvercinmiş, uçmak yerine bütün şehri yürüyerek dolaşmayı tercih iden şişko Britanya güvercini. Kaldırımdan yürüyerek geçiyordu. Sokak kedilerini, köpeklerini toplayıp da kuş sürülerine ilişmeyen medeniyet kriterlerini anlayamıyorum. Düz mantığın bittiği yerdeyim.
Ayrıca markette satılan ürünlerdeki fiyat dengesizliğini de anlayamıyorum. Plastik kadehlerde 1 pounda tek içimlik şarap satılmasına ve bir adet carlsberg biranın 75 p olmasına diyecek sözüm yok, kültürel gereklilik, şu yazıda değindiğim gibi. Ama marketteki en ucuz ekmeğin 80 p olmasını ve bunu da geçtim, bir süpermarketten alınabilecek en ucuz gıda maddesinin 25 p'lik fiyatıyla CİPS olmasını aklım havsalam almıyor. Çünkü bence, dünyanın neresine gidilirse gidilsin en ucuz yiyecek ekmek olmalıdır. Ya da ekmeğin muadili, mesela Asya'da pirinç olur, Karadeniz'de mısır ekmeği olur, diyelim burada patates buğdaydan daha çok yetişiyorsa, patates unundan yapılmış ekmek olur, ama cips olmaz. Fakirlerin obez olmasının sebebini market reyonlarında buldum. Bir ara dadanmıştım cipslere, ki hiç sevmem, sadece ucuz olduğundan değil demek isterdim, ama başka bir neden de bulamıyorum. Belki sokakta herkesi cips yerken gördüğüm için özenmiş olabilirim. Neyse bıraktım. Tanrı herkesi alışmaktan korusun.
Rüyamda Zeno ve sınıftaki diğer Çinliler blogumu okumuşlar ve bana surat yapıyorlardı. Evet hayatta herşeyin bedeli var, böyle ortalık yerde milletin arkasından atıp tutmanın da. Dikkat ettiyseniz bütün bu yazı boyunca en ufak bir dedikodu kırıntısı yok, yalnız şunu anlatmadan geçemeyeceğim. Beni uzunca bir süre votkaya alerjisi olduğuna, hiç sevmediğine, hatta bunun sebebinin çocukken babaannesinin köyde yaptığı ev yapımı votkalar olduğuna inandıran Rus kankam, geçen gün gittiğimiz partide bütün gece votkayla birayı karıştırarak içti. Hani dedim alerjin vardı yalancı, ama fazla da kızamadım; yeni tanıdığın insanlara, ilişkinin başında kendinle ilgili dandik yalanlar söylemenin dayanılmaz hafifliğini çok iyi bildiğimden değil, votkanın ne olursa olsun karşı konulamayacak bir içki olduğunu düşündüğüm için.


Pazartesi, Kasım 01, 2010

toplu tören ve kemikleri sızlayan cadılar


Nick Hornby, 90'ların Londra'sında geçen romanı High Fidelity'de "Londra'da klasik bir cumartesi gecesi pub, hint yemeği ve gece otobüsünden meydana gelir." demişti. Klasik derken, bu üçlü o romandaki 35 yaşındaki baş karakter için mi klasikti, yoksa Londra için mi tam hatırlamıyorum ama zaten insanın kendini sokaklara atasını getiren bir tanım değil bence. Açıkçası içeride müzik olmayan ve 11'de kapanan publara bayılmıyorum, ama 11'den sonra açık olan, güzel müzik çalan yerler de var. Hint yemeğine bayılıyordum ama bir süre sonra aloeveralı duş jeliyle yıkandıktan hemen sonra bile köri kokmaya başladığım için onu da bıraktım. Gece otobüsü ise bana en saçma gelen kısmıydı, metro 11 buçukta kapandığından, içip içip gecenin bir yarısı o soğukta, yarım saat otobüs bekleyip eve dönme fikri çok cazip gelmiyordu. Ama bir süre sonra anladım ki gece otobüsü de aslında Londra'daki gece hayatının bir parçası; yemek yeme, sızma ya da kusma gibi kısımlarının gerçekleştiği bir parça, mesela.
Burada geçirdiğim kısa zamanın sonunda, bu Nick Hornby'nin gece hayatı tanımına bir de viski ve Smiths'i ekleyebilirim. Viskiyle biranın aynı fiyat olduğu bir diyardan sesleniyorum sizlere, üstelik biraları da asitsiz, milletin bayıldığı tarz ama ben pek sevmiyorum, tükürük gibi. Gerçi her yerde Efes satılıyor ama Efes en ucuz bira olduğundan sadece yarım saatte 4 bira içen kırmızı burunlu, kasketli adamların elinde görüyorum Efes'i, zaten Efes de olsa viskiyi tercih ederim. Tabii viski konusunda bu kadar çabuk havaya girmemde, kaldığım anestezi ofisinin mutfağında duran viski şişeleri ile yalnız geçirdiğim gecelerde kurduğum yakın ilişkinin de etkisi var, sanırım.
Smiths'e gelince ona alışmam elbette ki viski kadar kolay olmadı. Çünkü ne Morrissey'in çok hisli olduğunu sandığı ama dünyanın en ruhsuz sesine tahammülüm vardı, ne de şarkılarına. Ama burada her yerde, gecede iki üç kere çalıyor ve herkes o anda yaptığı şeyi -yiyişmek, içki içmek, dans etmek, masanın üzerine sızmak gibi- anında bırakıp, birden bağıra bağıra eşlik etmeye başlıyorlar. Böyle orda burda dinleye dinleye gündüzleri de dilime dolanır oldu o dandik şarkılar.
Smiths, viski ve gece otobüsünden oluşan Londra gece hayatını bu hafta sonu beyaz suratlı, kanlı tişörtlü tipler bastı. Üç gün üç gece süren Cadılar Bayramı kutlamaları, dün sabaha karşı sona erdi. Aslında İngilizler'in dediğine göre, on sene öncesine kadar burada böyle bir Halloween çılgınlığı yokmuş, "Amerika'dan geldi" diyorlar. Ama Cadılar Bayramı'nın kökleri İrlanda geleneklerine uzanıyormuş, wikipedia'dan baktım. İrlanda ve İngiltere arasındaki kültürel alışveriş, Amerika'yla İngiltere arasındakinden daha kıt olsa gerek, bu gelenek önce İrlandalılar tarafından Amerika'ya yayılmış, sonra da buralara geri dönmüş. Gelenek kısmını bir kenara bırakırsak, burada perşembe gününden beri tam anlamıyla bir Halloween manyaklığı yaşanıyor, sokakta yüzünün rengi normal olan insan görmedim desem abartmış olmam.
Bu çılgınlığa dahil olmak üzere cuma günü, okuldaki Rus ama votka sevmeyen Aleksandra ile Soho'da kostüm malzemeleri satan dükkanların sıralandığı Berwick Street'e gittik. Dükkanlar hınca hınç doluydu, ve hatta bazılarının önünde uzun kuyruklar vardı içeriye girebilmek için. Aleksandra, vitrin mankeni kılığına girmek için takma kirpik, kıvırcık peruk vs aldı, ben de David Bowie olmayı düşünerek bir adet turuncu peruk aldım. Bu arada alışveriş yapanlar arasında takma sivri kulak alan gençlerden cadı süpürgesi arayan teyzelere, çeşit çeşit insan vardı. Halloween aslında 31 ekim, cuma günü öğlen saatlerinde piyasada yüz beyazlatıcı boya kalmamıştı, biz de zombie beyazı değil de çocukken kullandığımız pastel boyalarda bir ten rengi vardı, hiç birimizin teninde olmayan, o renk bir boya aldık. Bu arada bu dükkanlardan, kopuk parmak, yara izi ya da dev kirpikler parça parça alınabilirken, komple kostüm de tedarik edilebiliyor, ama hem çok pahalı, hem çok gereksiz ve çirkin, hem de herşeyi geçtim, David Bowie kostümü satılmıyor ama Rod Stewart satılıyordu ya, bir insan neden Rod Stewart kılığına girmek ister anlamadım, Rod Stewart da Smiths gibi bir milli kahraman sanırım burada.
Cuma gecesi Esin'in Japon prensesi benimse David Bowie ölmüş olsa kemiklerini sızlatacak bir kılıkta gittiğimiz partide, İngiliz kızları seksi olma fırsatını kaçırmamıştı. Kızların yüzde 80'i Halloween slut diyebileceğimiz kılıktaydı, mini fırfırlı etekler, fileli çoraplar ya da jartiyerler giymişti. Konsepti yakalamak için de üstlerine başlarına biraz kan sıçratmışlar, ya da mesela bluzlarının bazı yerlerini yırtmışlardı.
Cumartesi gecesi kendi kılığımda gittiğim partideyse bayağı uğraşmış tipler vardı. Tim Burton'ın Alice'i, Corpse Bride'ının yanı sıra, "Küçük Korku Dükkanı" filmindeki canavar çiçek kılığında biri de vardı ki korkunç değil komikti. Pazar gecesi okuldakilerle çıktığımızda artık gerçekten beyaz surat görmek baymıştı. Üç gün üç gece boyunca, sokaklar cani doktorlar, seksi, saldırıya uğramış hemşireler, manyak vampirler gibi yüzü beyaza ya da nadiren yeşile, maviye boyanmış türlü tiple doluydu ama korkunç bir şey oldu mu derseniz olmadı. Ha, cumartesi gecesi eve dönerken bindiğim otobüsün ikinci katına çıkınca karşılaştığım manzara bütün bu Halloween boyunca gördüğüm tek korkunç şeydi. Beyaz suratlı, kanlı dişli, yüzündeki boyalar birbirine karışmış ve sızmış, hatta baygın insanlarla dolu bir otobüs. Bana korkunç geldi valla, yani korkunç derken tabii Amerikan gençlik korku filmlerinden bir sahne kadar, ancak.

Pazartesi, Ekim 25, 2010

güneşli pazartesi


Kütüphaneler ve Çinliler konusunu yeterince irdelediğimi düşünüyorum, biraz Londra'dan haber havadis vereyim. Bir kere hava, benim olmasını beklediğim gibi kapalı, yağışlı ama ılık değil; geldiğimden beri her sabah, avludaki havuzdan gelen sesleri yağmur sesi sanıp, perdeyi açınca pasparlak bir gökyüzüyle karşılaşıyorum, ama güneşin değmediği yerler 8 derece falan oluyor.
Bu güneşli ama oldukça soğuk geçen sonbaharı Londra Film Festivali taçlandırdı. Yaklaşık 24 salonda 194 film gösterilen bu festivalde, insanı festivallerden soğutan bilet bulamama, kuyruklarda saatlerce bekleme gibi sorunlar yok; ama biletler pahalı. Hafta içi gündüz seanslarında öğrenci bileti var 6 pound, fena değil (Karşılaştırma için, tesco'dan aldığım öğlen yemeği yani üçgen sandviç, doğranmış elma ve su 2 pound.)
İlk gün, festivali düzenleyen BFI'in nehir kenarındaki binasında bir filme gittim. Aslında Berlin'de bir kadının hikayesinin anlatan bir Alman filmine niyetlenmiştim, ama oraya gidince Pretty Girls Make Graves diye "kadınlarla ilgili uluslararası kısa filmler serisi"ne bilet aldım. Bunun nedeni, evet itiraf ediyorum, önceki gece internette bakınırken bu filme bilet kalmadığını görmeme rağmen gişedeki kızın "a bilet var" demesiyle heyecanlanıp fikrimi değiştirmemdi. "Bestseller okumazsın, avatar'ı merak etmezsin, içindeki popülist orada mı canlandı?" diyecek olursanız, gerekçe olarak 6 poundu 194 film arasından rastgele seçtiğim, büyük olasılıkla bunalımlı bir yönetmenin anlaşılmaz bir filmiyle çarçur etmek istemediğimi söyleyebilirim.
Filmden önce salonun önünde, boyunlarında kartlar asılı kalabalık bir grup insanı görünce anlamamıştım, ama sahneye çıkan festival görevlisini dinleyince anladım ki bu grup, gösterilecek olan kısa filmlerin yönetmenleri, senaristleri ve onların eşi dostu vs. idi ve salonu onlar ve bir de benim gibi popülizm kurbanı bir kaç kişi doldurmuştu.
İki saat boyunca, dünyanın çeşitli yerlerinden 14-15 tane kısa film izledim, konusu eserekli kadınlar ve depresif ya da inatçı kız çocukları olan. Bir kaç tanesi dışında hepsi sürreel öğeler, bulanık görüntüler ve tuhaf seslerle doluydu. Belki de kısa filmin, giriş gelişme sonuç ekseninde bir hikaye anlatmak için fazla kısa olduğuna ve o yüzden bu genç yeteneklerin bu yolu seçtiğine karar verdim ve bunca zaman İlker'in sürreel senaryolarının kıymetini bilemediğim için hayıflandım.
Bugün Ken Loach'un son filmi Route Irish'e gittim. Çok az bilet kalmış; en önde yer bulabildim ama perde çok yakın olmadığı için yerim kötü sayılmazdı. Bir görevli sahneye çıkıp filmi sundu, "...aramızda bazı misafirler var filmi birlikte izleyeceğimiz" dedi, ben "Ne yani, Ken Loach'un filminde de salonu görüntü yönetmenleri, set görevlileri ve figüranlar mı doldurdu?" diye düşünürken, kadın "Please, welcome director Ken Loach" diyerek yönetmeni takdim etti. Bu dakikadan sonra salonda benim dışımda herhangi bir taşkınlık yapan olmadı. Ben de fazla bir şey yapmadım, bir metre ötemde Ken Loach'un duruyor olduğunu düşünürsek, salondaki en coşkulu, gürültülü ve ritmi şaşmış alkış sesini çıkarmak dışında. Beklenildiği gibi, kendisi dünyanın en mütevazi yönetmeniydi. Birincisi festivalde yönetmenli gösterimlerin hepsi önceden duyuruluyor ve o seansların ayrı bir ücreti var, mesela Darren Aronofsky, Alejandro Gonzalez İnnaritu gibi yönetmenler var bu sene. Ken Loach, böyle bir gündüz gösterimine, sessiz sedasız gelmiş. Genelde yazarları, yazdıklarıyla, yönetmenleri filmleriyle özdeşleştirmek büyük hatadır biliyorum. Ama filmden sonraki soru-cevapların sonunda, "Son olarak, film UK'de vizyona girecek girmeyecek mi henüz belli değil, o yüzden lütfen filmi soranlara, iyiydi diyin öyle olmadığını düşünseniz de." diyen, kasılmayan, kendi halinde bir adam olduğunu görünce Ken Loach'un istisna olduğunu düşündüm.
Buradan sonra yazacaklarım filmin içeriği ile ilgili bilgiler içerebilir ama bence yine de okuyun. Sunucu, oyunculara "Nasıl bir şey Ken Loach'la çalışmak" gibi bir soru sordu; Stephen Lord "We haven't acted during the movie; we have been Loached." diye cevap verdi ve devam etti. Dayanamayıp okumaya devam etmişsinizdir diye filmin konusuyla ilgili anlattıkları anekdotları yazmıyorum ama gerçekten komik ve ilginçlerdi, üstelik Ken Loach'un demokrasi ile ilgili fikirlerini de içeriyorlardı. Filmi izleyin mutlaka, ben de belki 2012 yılında anlatırım bunları. Konusundan bahsetmeden bir filmle ilgili nasıl yorum yapılır bilemiyorum, o yüzden sadece Liverpool'da geçtiğini söyleyeyim, insanın gidip vapura binesi geliyor.
İşte böyle, Rem Koolhaas ve Orhan Pamuk'tan sonra onlardan daha çok gıpta ettiğim Ken Loach'u da bir metre mesafeden görmüş oldum, hatta 30 cm, çıkışta yürüyen merdivende önümdeydi. Hayır, bu sefer gidip konuşmadım.

Salı, Ekim 19, 2010

rules and wisdom


Okula ilk gittiğim gün, aksanından önce Alman sandığım sonra İngiltere'nin kuzeyinden olduğunu öğrendiğim bir memurun, okuldan ve genel olarak İngiltere'deki hayattan bahsederken ilk cümlesi "This is England, rule is a rule" oldu. O an biraz korktum. Benim Türk usulü, son dakikacı, ikna üzerine kurulu yöntemlerimin burada sökmeyeceği aşikar mıydı sanki?
İki gün sonra ilk derste, Hintli hoca, aynı zamanda burdaki danışmanım Samir'in de derslerle ilgili ilk söylediği şey "Deadline is a deadline." olunca bir an okulu bırakıp, garsonluğa başlasam hayat daha kolay olacakmış gibi geldi. Makale teslimlerini, mesela itü'deki gibi hocanın posta kutusuna falan atmak yok; bütün mimarlık fakültesinin bir kayıt ofisi var, orada ödev teslimlerinin yapıldığı bir pencere ve o pencerenin üzerinde de otomatik bir kepenk var, garaj kapısı gibi büyükçe. Samir dedi ki, "sakın haa son dakikada ödevimi şurdan ittirivereyim diye düşünmeyin, o kepenk çat diye kapanır, parmaklarınıza bir şey olabilir!"
Gerçekten de ilerleyen günlerde sadece okulda değil, başka kurumlarda da kurallara ne derece bağlı olduklarını anladım. Aslında çok basit bir insiyatifle halledebilecekleri işleri, kaşlarını düşürüp "Oh, I am really sorry," diyerek hiç birşey yapmadan geçiştiriyorlar. Bir de kurallara uymamak gibi bir mefhum olmadığı için adamlara çözüme yönelik önerilerle de gidemiyorum. Çok sevdiğim astrolog Jacques A. Bertrand'in dediği gibi Koç burcunun açık kapıları zorlayan şuursuzlardan olmadığını, sadece kapalı kapıları zorladığını düşünürsek, burada hayatın benim için ne kadar zor olduğu ortada.
Geçen gün hesap açtırmak için civardaki bütün bankaları tek tek dolaştım. Altı aydan fazla kalmadığım için hiç biri kabul etmedi. Bu arada dünyanın finans merkezi Londra'daki çoğu banka şubesinin bir büfeden hallice olduğunu da söyleyeyim. İçeride numaratör bile yok; ayakta sıraya giriliyor, sıra gelince iki veznedardan biri bakıyor. Neyse, bu girdiğim NatWest diye bir bankaydı; görece büyük, girişte bir danışma ve danışmada duran kırmızı yanaklı, genç bir İngiliz çocuk vardı. Çocuğa durumu anlattım, birşeyler söyledi, zaten yarısını anlamadım en sonunda da "come with me plz" dediğini sandım, çocuk arkasını dönüp yürümeye başlayınca ben de peşine takıldım. Şubenin arkalarına doğru kuytuda kalan bir kapıya gitti, tam kapıyı açarken benim arkasında olduğumu farkedip, hiç abartmıyorum havaya sıçradı. Zaten pembe olan yanakları korkudan iyice kızardı, "what are you doing? no you should not come here" diye bağırmaya başladı. Ben de ok ok, ben sandım ki come with me plz dedin, diyerek sakinleştirmeye çalıştım, çünkü çocuğun surat ifadesi sanki arkasında bir elimde çuval bir elimde silahla duruyormuşum gibiydi. Bu kadar korkacak ne var anlamadım. Çocuk şaşkınlıkla "no i said 'wait for me plz'" dedi. Gülmeye başladım, sonra dayanamayip o da gülmeye başladı, kapıyı çat diye yüzüme kapatıp gitti. Geri geldiğinde de tabii ki, olmaz hesap açamayız, dedi. Hem de saçma sapan bir bahane uydurarak.
Bu arada, bugün Hong Kong'lu Zeno ve Koreli başka bir çocukla muhabbet ederken, Zeno'nun adını 18 yaşında kendi kendine taktığını ve hatta kimliğine koydurttuğunu öğrendim. Koreli çocuk pek inanmadı pasaportta olduğuna ama ben inandım. Benim inanamadığım şey Zeno'nun 36 yaşında çıkması ve ayrıca tam adının Yu Ying Ho olması, ve Yingho'nun Çince'de kahraman anlamına gelmesi. Yu da "Ben" demekmiş. E bu durumda heralde kendine İngilizce ad olarak Sam'i seçecek değildi.

Çarşamba, Ekim 13, 2010

gerçek dünya



Çinliler'in "hırslı" projesi gerçek olursa, Pekin'den Londra/King's Cross'a uçak kadar hızlı trenlerle iki günde gidilebilecekmiş. On sene içinde gerçekleşebilirmiş, aksilik çıkmazsa. Nasıl aksilik çıkmayacaksa. Ya da diyelim işler yolunda gitse ve Çinliler bu dev projeyi tamamlasalar bu büyük başarı, buralardaki kötü imajlarını düzeltmek için yeterli olabilir mi acaba? Bazen düşünüyorum da kıymetlerinin bilinmemesinin sebebi çok kalabalık olmaları olabilir mi? Hani ekonomide miktarı artan şeyin değeri azalır, onun gibi. İçinde şöyle karizması ile ortalığı dağıtan bir Çinli'nin olduğu, Bruce Lee'yi saymazsak, benim izlediğim tek film Son İmparator'du. Onda da o elbiseler, saç baş ve Bülent Ersoy stili makyajın etkisi vardı sanırım.
Theories of Identity, Culture and Globalization dersinde, dersin adına yakışır bir topluluk oluşturuyoruz. Kanadalı ve Amerikalı iki kızı saymazsak, dünyanın varoşlarından toplanıp gelmiş gibiyiz. İranlı, Taylandlı, Ekvadorlu, Rus, Suriyeli, Hintli, Koreli, Brezilyalı, Hong Kong'lu ve tabi ki Çinliler var. Çinlilerin süklüm püklümlüğü akıl alır gibi değil, zaten İngilizce'leri kötü bir de bu kendine güvensizlik üstüne eklenince iyice asosyal oluyorlar. Bir de kendilerine İngilizce isim takma huyları var, "Hi, my name is Cheng Liu, but you can call me Alice, this is my English name." Genelde kolay söylenebilecek Alice, Jack, Maria gibi klasik İngilizce isimler seçiyorlar.
Sınıftaki Hong Kong'lu çocuk "My name is Yin, but you can call me Zeno" deyince, Kültürel Kimlik dersinin İranlı hocası, yüzünde çaresiz bir ifadeyle sordu: "Why, do you think it is cooler?" diye. Bana önce komik ve biraz da megalomanca gelmişti, kendi kendine mitolojik kahraman ismi takmak. Sonra takdir ettim çocuğu, madem sıfırdan bir kimlik yaratacak kendine, kolay söylenen anlamsız bir Tom yerine Zeno'yu seçerek yaratıcılığını dışa vurmuş diye düşündüm. Gerçek isimlerini gizleyip mahlasla yazan yazarlar gibi, gerçek isim dediğin de ananın babanın uydurduğu, yakıştırdığı bir şey sonuçta.
Bu gerçeklik meselesini yeni taşındığım anestezi ofisinin avlusundaki uzunca bir süre gerçek sanıp, yanına St James'den Esin'le bir eş getirmeyi düşündüğümüz kazın fotoğrafıyla bitiriyorum. Ne demiş Elvis Costello, bütün olay aptal detaylardadır.


Perşembe, Ekim 07, 2010

alametifarika




Aslında bu yazımda sizlere, Londra'da geçirdiğim ilk iki haftada yanlarında yaşadığım 50'li yaşlardaki zengin adamla 30'larındaki orta halli kadının ilişkisini ve sonra çıkıp gelen adamın 20'li yaşlarındaki kızını falan anlatmak isterdim. Bunları anlatmamamın sebebi özel hayata olan saygım ya da bu konunun ilgi çekmeyeceğini düşünmem değil tabii ki. Ama google translate diye bir şey var, adam blogumu görür de çevirtirse diye korktum. Gerçi, bir önceki yazıyı çevirttim, denemek için, "dedem ev sahibimdi" gibi alakasız cümleler çıktı ama olsun. Onun yerine size biraz buradaki moda akımlarından bahsedeyim.
Buraya kağıt üzerindeki geliş amacımı hatırladığım zamanlarda ve genellikle hava kötü olduğunda vaktimi kütüphanelerde geçiriyorum. Sıcak bir ortam ve bedava internet olduğu için kütüphaneler hep dolu, ya da içerideki insanlar gerçekten bilgiye aç da olabilirler. Açıkçası benim de, daha okumayı bilmeyen bir çocukken en büyük hırsım, evdeki bütün ana britanicaları okumak, içlerinde yazan herşeyi öğrenmekti. Büyüdükçe içimdeki bu öğrenme isteği ve merak magazinel bir boyut kazandı, zaten o sırada ansiklopedilerin devri de kapanmıştı. Arada bu isteğim depreştikçe okulun 3 katlı, büyük sayılabilecek kütüphanesine gidiyorum. Gerçi ben ikinci kata çıkmayı ilk kez birkaç gün önce becerebildim, çünkü İngilizler'in yangın paranoyası yüzünden her mekana ve o mekanın önündeki hole ve o holün önündeki yangın holüne açılan ikişer kapı ve bir de hiç bir yere açılmayan ikişer kapı var ve hangi kapının nereye çıktığını anlamak için iyi bir yön duygusu lazım ki o da bende yok. Kütüphanede çalışan ve ilk geldiğimde "Kütüphane nasıl kullanılır" dersi veren turuncu, kısa saçlı bir kadın var, adı Emma, tam bir stil ikonu. Saçları tony&guy 'ın Dicle'ye iki sene önce kestiği modelin aynısı ama fosforlu turuncu. Emma'yı ilk gördüğüm gün, tırnaklarında yaprak yeşili ojeler vardı, leopar desenli füzo giymiş ve yine leopar desenli küpeler takmıştı. "Kitap aramak için kelimeyi yazıp search'e basın" gibi sıkıcı ve sıradan şeyleri, hem de son derece sakin bir ses tonu ile anlatıyor olması, görüntüsünü daha da dikkat çekici hale getiriyordu. O günden sonra, bazen sırf Emma'nın ne giydiğini görmek için kütüphaneye uğradığım günler oldu, ama ilk günkü kadar çarpıcı bir kompozisyonla henüz karşılaşmadım.
Bazı günler sokakta yürürken ya da bir yerde otururken, gündüz vakti o kadar acayip tiplerle karşılaşıyorum ki gözlerimi dikip bakmamam mümkün olmuyor. Saçlarının kulaktan aşağı olan kısmını kazıtmış, tepede kalan kısmını da marge simpson'un fönlü hali gibi tepeye dikmiş oturmuş kahvesini içen bir zenci adam, ya da ense hizasında dalgalı saçları olan, ve her iki yandan bir tutamı boynuz gibi topuz yapıp gerisini açık bırakmış bir çocuk görünce hem kitleniyorum hem de benim de canım kafama öyle tuhaf modeller yapıp dolaşmak istiyor. Geçen gün aklımda bu düşüncelerle Boots'un saç şekillendiricileri reyonuna girdim. Burada kozmetik o kadar ucuz ki, ben bile, sanki bunca zaman paçoz olmamın nedeni pahalı ürünlermiş gibi, her hafta Boots'ta 5-10 pound harcıyorum. Sokaktaki çılgın modelleri uygulamak için değilse de şöyle biraz değişiklik olsun diye, ya da işte sırf çok ucuz olduğu için, jöle-köpük tarzı bir şeyler alacaktım ki, Manga head, Chaos head, Surfer head, Punk head ve daha bunun gibi yüzlerce çeşit jöleyi görünce karar veremediğim için elim boş dükkandan çıktım. Aklım Chaotic'te kaldı aslında. Alacaktım ama adı jöle değil de gum olduğu için benim bu yumak gibi kafama yapışır kalır sonra da çıkartamam diye korktuğumdan almadım. Sonuç olarak sokaktaki saç modellerinin kaynağını buldum, bir de leopar desenli füzonun satıldığı yeri bulursam İngiliz modasına adapte olabilirim sanıyorum.



Cumartesi, Eylül 25, 2010

mendel'e mektup


Bazı insanlarda bağımlılık geni olduğunu, onların bir şeye bağımlı olmaya, bu gene sahip olmayanlara göre daha meyilli olduklarını düşünürdüm. Ki bu sadece benim düşüncem değil, bilimsel araştırmalarla da kanıtlanmış. Ben sadece bilim adamlarından farklı olarak, biraz genelleme yapıp bu teoriyi genişlettim. Mesela bana kalırsa bazı coğrafyalarda ya da uluslarda daha fazla alkol tüketiliyor olmasının da sebebi bu genler. Hatta zamanla bu genler, kültürel bir alışkanlığa dönüşmüş bu yüzden de Türkler'in çok sigara içmelerini, Hintliler'in aşırı baharatlı yemek yedikleri için değişen ve yemeyenlere kötü gelen kokularını ya da Ruslar'ın veya İngilizler'in alkol bağımlılığını yargılamak anlamsız gelirdi. Gerçi Ruslar'la ilgili genellemeyi geçen gün sınıftaki Petersburg'lu kız sarstı. Kıza "çok içer misin?","vodka sever misin?" gibi çapraz sorularımı sorarken, birden yüzünü buruşturup "no, no benim vodkaya alerjim var, içer içmez kusmaya başlıyorum" dedi ve gerçekten bütün gece bira içti. Neyse zaten bana kalırsa o kız açık kahverengi kıvırcık, kabarık ve tülermiş saçları, ve kocaman burnu ile rustan çok almana benziyordu, o yüzden bu teorimin üzerine yeniden düşünmemin sebebi bu olay değil, birazdan anlatacaklarım.
Ev sahibinin sevgilisi adama sürekli "alkolik" diyor. Ben daha adamı sarhoş görmedim, ne zaman görsem elinde bir içki bardağı var ama bence adam rahmetli dedem gibi. Dedem de, o kadar sürekli ve ortalama miktarda içerdi ki ya hiç sarhoş olmazdı ya da sarhoşluk ve ayıklık arasında bir hal tutturmuştu ve biz bu istikrarlı halinden başkasını hiç görmediğimizden, bize normal geliyordu. Ama bilindiği üzere İngiliz gençliği ev sahibi ya da dedem gibi değil. Daha gecenin başında "ben bu gece zıvanadan çıkıcam, otobüslere kusup yerlerde sürünene kadar sarhoş olucam" diyerek içmeye başlıyorlar, "binge drinking" tarzı. Bütün bunlar benim buradaki derin gözlemlerim değil, yani mesela Gümbet'te, Marmaris'te filan da görülebilecek şeyler. Ama marketlerde sandviç reyonlarının üstünde, "lütfen içki içmeye başlamadan önce bir şeyler yiyin, daha az sarhoş olursunuz" yazdığını görünce bu durumun İngilizler'e de normal gelmediğini anladım. Yani benim "bırakınız içsinler" tarzı alkol, bağımlılık, kültür vs. üzerine liberal teorilerimi İngiliz toplumu da desteklemiyor galiba. Bu hafta iki kere the guardian'in bedava dağıtılan ekini aldım, ikisinde de İngiliz gençliğinin alkol problemi ile ilgili makale vardı. Ama gazetelerin manşeti, Essex'te, camları kapalı bir arabanın içinde ölü bulunan biri 34 diğeri 35 yaşındaki iki kişiydi. Arabada bir tüp bulunmuş ve sonra anlaşılmış ki, gazdan zehirlenip ölen bu iki genç, ölmeden üç dört saat önce ilk kez tanışmışlar. 34 yaşındaki kız, internetteki intihar forumlarından "kendi kadar mutsuz" olan diğer çocuğu bulmuş, yalnız intihar etmek istemedikleri için buluşup intihar etmişler. Aslında bilim adamları intihara sebep olan geni de bulmuştu ama işte ondan o kadar emin değilim.

Çarşamba, Eylül 22, 2010

işte bu

Sanırım blog biraz amacından şaştı, ürün pazarlamacısı gibi oldum, bir süre kremlerden sabunlardan ve market reyonlarından bahsetmemeye karar verdim.

pretty woman


Galiba blogun adını, illa bu odadaki bir nesneden olacaktıysa uykuspreyi yerine gögüsbüyütücüsabun.blogspot koysaymışım daha çok prim yaparmış. Sabunun markasını soranlar, gelirken bize de getir diyenler ve "aa hemen sür" diyenler için burada fotoğrafını yayınlıyorum.
Aynı dolapta bir de popo büyütücü krem vardı, ilgi çekmeyeceğini düşünmüştüm ama blogumu ziyaret eden erkekler için onun da fotoğrafını ekleyeyim.

Salı, Eylül 21, 2010

marketler ve payvonlar




Uzun yıllar yurt dışında yaşamış ve bundan sonra da yaşayacak olan sevgili arkadaşımın gaza getirmesi üzerine bu blogu açmış bulunuyorum. Demek ki yazasım varmış. Her ne kadar başta, "Kamboçya'ya gitmedim ki, Londra'dayım, bloga ne gerek var." gibi oryantalist bir düşünce ile kendisine karşı çıktıysam da, "en azından herkese aynı şeyleri teker teker anlatmam gerekmez" gibi pragmatik bir yaklaşımla yazmaya başladım.
Gerçekten de şimdiye kadar ne sokakta kanalizasyon ızgaralarından aşağı olta sarkıtıp balık tutan adamlar gördüm, ne de market reyonlarında tanınmayacak meyveler. Markette, Hint yemekleri için olan malzemelere ayrı bir reyon ayrılmış olması ve dev kavanozlardaki hazır tikka masala soslarının sadece 1 pound'a satılıyor olması dışında şimdilik anlatmaya değer bir şeye rastlamadım. Ama marketten dönüş yolunda olanlar oldu. İki sokak ötedeki kaldığım yere doğru yürürken Efes2 adlı bir restoranın önünden geçtim, ki bu restoran Londra'ya gelirken uçakta yanımda oturan adamın, adı Fazıl, çalıştığını söylediği "müzikhol"dü. Açıkçası adam "Efes1, Efes2 bunlar ünlü Türk müzikholleridir görürsünüz zaten, ben 30 yıldır oralarda müzisyenlik yapıyorum" dediğinde, aslında pavyonlarda çalıştığını ama bana kibarlık olsun diye müzikhol dediğini düşünmüştüm. En iyi ihtimalle şehrin dışında, Türk mahallelerinin bittiği yerde, ıssız sokaklarda, içeriden müzik yükselen gazinolar olabilirdi. İşte bu yüzden marketten eve dönerken, Efes2 restoranıyla karşılaşınca önce heyecanlandım ama sonra hayal ettiğimin tersine şehrin göbeğinde, kapısında menüsü olan nezih ve standart bir kebapçı çıkınca Fazıl'ı da, Londra'daki Türk pavyonlarını da yanlış hayal ettiğimi anladım. Ta ki bugün babamın kuzeni Elif'le buluştuğumuzda yine Efes2'nin önünden geçene dek.
Elif kebapçının patronuyla kanka olduğu için paldır küldür içeri daldık. Meğer o kebapçı menüsünün arkasında, Basmane'deki pavyonların kapısındaki gibi kadın şarkıcıların fotoğrafları varmış. Elif, cart yeşil pullarla işlenmiş bir tuvalet giymiş kadının resmine bakıp "Bu da burada yaşlandı ha" dedi. Bu arada kadının fotoğrafının altında daha küçük olarak erkek müzisyenlerin de resimlerini koymuş adlarını yazmışlardı, ama bizim Fazıl aralarında yoktu. Dükkanın içine gelince: Şimdi açıkçası benim daha önce pavyona gitmişliğim yoktur ama nasıl bir yer olduğunu az çok bilirim. Ha bir kere Turgut Saner'le Ege gezisine gittiğimizde Urla'da Sarıgül Müzikhol'e girmiştik, ama bence orası tam bir pavyon sayılmazdı. Dans eden, büyük memeli cıbıl kadınlar, küçücük mekanda topaç hızıyla döndüğü için kafa yapan bir disko topu, kırmızı-beyaz pötikareli masa örtüleri (bunu ben de anlamadım, gündüzleri pizzacı olabilir), ve melamin tabakta servis edilen salatalıklar vardı, ama canlı müzik, pist, kelli felli bir patron ve en önemlisi ortalıkta bizden başka müşteri yoktu ki, bence bunlar bir pavyonun olmazsa olmazları. Neyse, benim aklıma pavyon deyince en son 15 sene önce bir düğünde gördüğüm İzmir Fuarı'ndaki loş, havasız, manasız yerlerden kırmızı yeşil ışıkların saçıldığı ve kocaman bir sahnede şarkıcıların salındığı Göl Gazinosu gelir, ki Efes2'nin içi de işte aynı bu konsepteydi.
Evet, sizin de tahmin edeceğiniz gibi bu hikayenin sonunda menüde Türkçe yazılmış yemek adları ve patronun bize ince belli bardakta çay ikram etmesi dışında bomba bir gelişme ya da sonuç yok. Yani içeride Fazıl'ı sound check yaparken görmedik ya da patron bana şarkıcılık teklif etmedi. Patrona Fazıl'ı tanıyıp tanımadığını sordum, hatırlamadı bile.
Blogun adına ve fotoğrafa gelince, burada kaldığım odada başucumdaki komodinin çekmecesinden bir şişe uyku spreyi çıktı. Uykun kaçınca yastığa sıkıyorsun, sonra sabaha kadar mışıl mışıl. Tabii ki denemedim; uyku spreyini gördükten on beş dakika sonra banyodaki göğüs büyütücü sabunları görünce, "ev sahibi beni geceleri bu spreyle uyutur, sonra da göğüslerimi bu sabunla büyütüp bana saldırır mı" diye düşündüğümden değil ama çok şükür uykusuzluk gibi bir derdim olmadığından. Herkese iyi geceler.