Salı, Ocak 18, 2011

son lokma

Bence insanlar ikiye ayrılır. Yemeklerin ilk lokmasını sevenler ve son lokmasını sevenler. Ben birinci sınıftayım. Yemeklerin son lokmasını zorla yerim. İlk lokmayı da bayılarak. Bazıları özenle son lokmayı saklarlar, eskaza başkası yiyecek olsa o son parçayı çok üzülürler. Bense tam tersi; çayın, biranın -bu normal-, ve hatta suyun bardağın dibinde kalan kısmını zorla içer, hatta kimse bakmıyorsa içmem. İşte bu yüzden Londra'nın da son lokması boğazımda kaldı. Halbuki ilk geldiğimde öyle miydi. Nasılsa daha haftalarca buradayım diye büyük bir huzur ve coşkuyla -ikisi aynı anda nasıl oluyorsa- ilk lokmaların tadını çıkarıyordum. Şimdiyse sanki bir daha asla hayatım boyunca buraya adım atmayacakmışım gibi hissettiğim için, son on gündür bir yerlerde bayılıp kalma pahasına, o sergiyi de göreyim, bu binayı da gezeyim, o kulübe de gideyim gibi bir ruh halindeydim. Hayatta en sevmediğim şey böyle hırslanmam gereken ruh halleri. Bir yerde hırslanmam gerektiği zaman hemen orayı terk etmek istiyorum. Bir şeyleri kaçırmama duygusu birçok insanı kamçılıyor olabilir ama benim için tam tersi, hayattan bezmemi sağlıyor bu his. Yine de bütün bunlara rağmen, bu bloga burada olan bitenin onda birini yazmış olsam da, insanın hem çok sevebileceği hem de nefret edebileceği bir yer burası, nedenini de sorsanız söyleyemem. Giderayak Westminster Üniversitesi'nin Regent Street'teki yüksek tavanlı huzur dolu kütüphanesine, Old Spitalfields bit pazarındaki gümüş maşayı bana hediye eden İrlandalı yaşlı centilmen ve onun gibi sokaklarda tanıştığım onlarca sıcakkanlı Londralı'ya, Magic fm'in christmas geçmesine rağmen her gece hala 80'lerden kalma aynı playlisti çalan ve çocukluğumu unutturmayan, varlığından şüphe duyduğum dj'lerine, Planlama dersindeki, ispanyolcamla tatlı tatlı dalga geçen bütün Latin arkadaşlarıma, aksanımın bozulmasına sebep olan diğer Hintli arkadaşlarıma, başka bir dünyaları olan Asyalı arkadaşlarıma, ve beni ırkçılıkla suçlayan sevgili kardeşime, ve John Lewis'in bodrum katındaki süpermarket Waitrose'da çalışan kasiyerlere, ve aylardır yumurtanın yerini öğrenemememi anlayışla karşılayan diğer çalışanlara, 2 pounda karnımı doyuran tesco'ya, Central Line'daki metro görevlilerine, sorularıma sabırla cevap veren gece otobüsü şoförlerine, Ahmet Kaya çalan restoranlarında bana çay, kemalpaşa tatlısı ve cacık ikram eden Yayla Restoran çalışanlarına, Freud barmenlerine, Soho'daki gay clubların bodyguardlarina, bana ev arkadaşlığı yapan sekreterler Jill ve Rachel'e, L planlı apartman sayesinde karşı komşum olan, evin kapısını açamadığımda hırsız olduğumdan şüphe eden ama yine de yardım edip açan adını unuttuğum orta yaşlı İngiliz adama, ve tanıştığım ve sanki dünyanın en güzel kadınıymışım gibi davranan bütün orta yaşlı İngiliz erkeklerine, ve sıcakkanlı ve kibar İngiliz kadınlara, neden asla muhafazakar olmamak gerektiğini bir kere daha anlamama sebep olduğu için gece otobüsünde tanıştığım Conservative Party danışmanı gerzek çocuğa, sinema kuyruğunda tanıştığım bbc'de muhabirlik yapan new york yahudisi olup Londra'da büyüyen adama ve onun japon karısına, öğrenci protestolarında şahit olduğum sürreel görüntüler için britanya gençliğine, ve "içmesini bilmiyorsan içmeyeceksin" özlü sözünün anlamsızlığını kanıtlayan tüm gençlere, kütüphane görevlisi Emma'ya, muhtelif caffe nero'larda bağlılık kartıma fazla fazla damga basarak çabucak bedava kahve kazanmamı sağlayan çalışanlara, para verip dinlediğim pek çok gruptan daha iyi çalan amatör gruplara, para verip dinlediğim en iyi gruplardan Hot Chip'e, blogumun bildiğim kadarıyla sıkı takipçileri Ceylan, Esma ve İlker'e, çay yoldaşım Esin'e, Londra kompetanı, rehberim Yelda'ya, bir daha ancak çok çok zengin olabilirsem, ya da doktor olursam kalabilecek olduğum bu mahallede yerde de yatsam, makul fiyata, hem de Oral'la kalmış olmamı sağlayan Mark'a, ve o beton gibi döşekte bile yanıma yatan Oral'a, bizi Arsenal-Chelsea maçına davet eden, ve tabi Mark'la da tanışmamı sağlayan Elif'e, fizy'ye, iskoç viskilerine, soğuk havalarda boş saatlerimi geçirmemi sağlayan foyles ve charing cross road sahaflarına ve tabii apple store'lara, ve içimi ısıtan earl grey çaylara, guiness'e ve giderayak guiness'in at içeceği olduğunu bana öğreten Catalina'ya, beni hip hop kursuna sürükleyip dans yeteneğim olmadığını sonunda anlamamı sağlayan vershae'ye, bilgi deposu olan ve sıcak bir yuva sağlayan karizmatik mekan rough trade'e, iskoçya gezisinde tanıştığım karadeniz insanını aratmayan terslik ve komiklikteki iskoçlara, gündemden kopmamamı sağlayan akşamları bedava dağıtılan Evening Standard gazetesine, pazar günleri Jarvis Cocker'ı benimle buluşturan bbc radio 6 'ya, bütün bu aylak dönemimin sponsorları tübitak ve erasmus'a, bu beyaz sayfaları bana ayırdığı için blogspota, kendisi kabul etmese de insanları detaylarda boğduğum bu blogu açmaya beni teşvik eden onur'a ve tabi ki ilham kaynağım uyku spreyine müteşekkirim. Son lokmaları sevmem ama yine de tadın damağımda kalmadı desem yalan olur londra, iyi geceler.

4 yorum:

  1. sessizdim ama sıkı takipçilerden biri de bendim, iddia ediyorum.
    hoşgeldin.

    YanıtlaSil
  2. ben nedense çok beğendim de sen kendi son lokmanı değil de başkalarınınkini seviyor olamazsın değil mi canım?

    YanıtlaSil