Salı, Ocak 18, 2011

son lokma

Bence insanlar ikiye ayrılır. Yemeklerin ilk lokmasını sevenler ve son lokmasını sevenler. Ben birinci sınıftayım. Yemeklerin son lokmasını zorla yerim. İlk lokmayı da bayılarak. Bazıları özenle son lokmayı saklarlar, eskaza başkası yiyecek olsa o son parçayı çok üzülürler. Bense tam tersi; çayın, biranın -bu normal-, ve hatta suyun bardağın dibinde kalan kısmını zorla içer, hatta kimse bakmıyorsa içmem. İşte bu yüzden Londra'nın da son lokması boğazımda kaldı. Halbuki ilk geldiğimde öyle miydi. Nasılsa daha haftalarca buradayım diye büyük bir huzur ve coşkuyla -ikisi aynı anda nasıl oluyorsa- ilk lokmaların tadını çıkarıyordum. Şimdiyse sanki bir daha asla hayatım boyunca buraya adım atmayacakmışım gibi hissettiğim için, son on gündür bir yerlerde bayılıp kalma pahasına, o sergiyi de göreyim, bu binayı da gezeyim, o kulübe de gideyim gibi bir ruh halindeydim. Hayatta en sevmediğim şey böyle hırslanmam gereken ruh halleri. Bir yerde hırslanmam gerektiği zaman hemen orayı terk etmek istiyorum. Bir şeyleri kaçırmama duygusu birçok insanı kamçılıyor olabilir ama benim için tam tersi, hayattan bezmemi sağlıyor bu his. Yine de bütün bunlara rağmen, bu bloga burada olan bitenin onda birini yazmış olsam da, insanın hem çok sevebileceği hem de nefret edebileceği bir yer burası, nedenini de sorsanız söyleyemem. Giderayak Westminster Üniversitesi'nin Regent Street'teki yüksek tavanlı huzur dolu kütüphanesine, Old Spitalfields bit pazarındaki gümüş maşayı bana hediye eden İrlandalı yaşlı centilmen ve onun gibi sokaklarda tanıştığım onlarca sıcakkanlı Londralı'ya, Magic fm'in christmas geçmesine rağmen her gece hala 80'lerden kalma aynı playlisti çalan ve çocukluğumu unutturmayan, varlığından şüphe duyduğum dj'lerine, Planlama dersindeki, ispanyolcamla tatlı tatlı dalga geçen bütün Latin arkadaşlarıma, aksanımın bozulmasına sebep olan diğer Hintli arkadaşlarıma, başka bir dünyaları olan Asyalı arkadaşlarıma, ve beni ırkçılıkla suçlayan sevgili kardeşime, ve John Lewis'in bodrum katındaki süpermarket Waitrose'da çalışan kasiyerlere, ve aylardır yumurtanın yerini öğrenemememi anlayışla karşılayan diğer çalışanlara, 2 pounda karnımı doyuran tesco'ya, Central Line'daki metro görevlilerine, sorularıma sabırla cevap veren gece otobüsü şoförlerine, Ahmet Kaya çalan restoranlarında bana çay, kemalpaşa tatlısı ve cacık ikram eden Yayla Restoran çalışanlarına, Freud barmenlerine, Soho'daki gay clubların bodyguardlarina, bana ev arkadaşlığı yapan sekreterler Jill ve Rachel'e, L planlı apartman sayesinde karşı komşum olan, evin kapısını açamadığımda hırsız olduğumdan şüphe eden ama yine de yardım edip açan adını unuttuğum orta yaşlı İngiliz adama, ve tanıştığım ve sanki dünyanın en güzel kadınıymışım gibi davranan bütün orta yaşlı İngiliz erkeklerine, ve sıcakkanlı ve kibar İngiliz kadınlara, neden asla muhafazakar olmamak gerektiğini bir kere daha anlamama sebep olduğu için gece otobüsünde tanıştığım Conservative Party danışmanı gerzek çocuğa, sinema kuyruğunda tanıştığım bbc'de muhabirlik yapan new york yahudisi olup Londra'da büyüyen adama ve onun japon karısına, öğrenci protestolarında şahit olduğum sürreel görüntüler için britanya gençliğine, ve "içmesini bilmiyorsan içmeyeceksin" özlü sözünün anlamsızlığını kanıtlayan tüm gençlere, kütüphane görevlisi Emma'ya, muhtelif caffe nero'larda bağlılık kartıma fazla fazla damga basarak çabucak bedava kahve kazanmamı sağlayan çalışanlara, para verip dinlediğim pek çok gruptan daha iyi çalan amatör gruplara, para verip dinlediğim en iyi gruplardan Hot Chip'e, blogumun bildiğim kadarıyla sıkı takipçileri Ceylan, Esma ve İlker'e, çay yoldaşım Esin'e, Londra kompetanı, rehberim Yelda'ya, bir daha ancak çok çok zengin olabilirsem, ya da doktor olursam kalabilecek olduğum bu mahallede yerde de yatsam, makul fiyata, hem de Oral'la kalmış olmamı sağlayan Mark'a, ve o beton gibi döşekte bile yanıma yatan Oral'a, bizi Arsenal-Chelsea maçına davet eden, ve tabi Mark'la da tanışmamı sağlayan Elif'e, fizy'ye, iskoç viskilerine, soğuk havalarda boş saatlerimi geçirmemi sağlayan foyles ve charing cross road sahaflarına ve tabii apple store'lara, ve içimi ısıtan earl grey çaylara, guiness'e ve giderayak guiness'in at içeceği olduğunu bana öğreten Catalina'ya, beni hip hop kursuna sürükleyip dans yeteneğim olmadığını sonunda anlamamı sağlayan vershae'ye, bilgi deposu olan ve sıcak bir yuva sağlayan karizmatik mekan rough trade'e, iskoçya gezisinde tanıştığım karadeniz insanını aratmayan terslik ve komiklikteki iskoçlara, gündemden kopmamamı sağlayan akşamları bedava dağıtılan Evening Standard gazetesine, pazar günleri Jarvis Cocker'ı benimle buluşturan bbc radio 6 'ya, bütün bu aylak dönemimin sponsorları tübitak ve erasmus'a, bu beyaz sayfaları bana ayırdığı için blogspota, kendisi kabul etmese de insanları detaylarda boğduğum bu blogu açmaya beni teşvik eden onur'a ve tabi ki ilham kaynağım uyku spreyine müteşekkirim. Son lokmaları sevmem ama yine de tadın damağımda kalmadı desem yalan olur londra, iyi geceler.

Pazartesi, Ocak 10, 2011

sürgündeki şairler



"Poetry Cafe, aynen gençliğimizin Karşıyaka'sındaki -yoksa Konak'ta mıydı Ceylan o kafe, ÖDP'nin de şiir dinletileri olurdu hatırlar mısın- şiir kafeler gibi" diye düşündüm sınıftaki Amerikalı kız şiir dinletisi davetiyesini yolladığında. Kalktım gittim, biri beyaz diğeri Afrika kökenli iki Amerikalı ve ben Sürgündeki Şairler şiir dinletisine katılmak için Soho'yla Covent Garden arasında bir yerdeki şiir kafede buluştuk.
Sadece adı değil, görüntüsü de aynı bizim İzmir'deki şiir kafelere benzeyen bir mekan. Londra'da ve İzmir'de gördüklerimden yola çıkarak diyebilirim ki bütün dünyadaki şiir kafeler birbirinin aynı. Duvarları ılık sarıya boyanmış, üzerlerine ahşap raflar çakılmış, bu ahşap raflar içerisinde, dergiler, kitaplar ve kartpostallar bulunurken, rafların üzerine el yazısı ve belki kurşun belki de mürekkepli kalemle "Kitaplar", "Kartpostallar" gibi muhtelif bilgi kelimeleri yazılmış ve mutlaka tavandan sarkan sarı çıplak ampullerle aydınlatılan, sağa sola serpiştirilmiş maksimum 100 adet basılan amatör şiir dergilerinin olduğu ve içeride sakallı yaşlı amcalar, düz uzun pırasa saçlarını yarım toplamış, solgun yüzlü, kısık sesli genç kızlar bulunan mekanlar. Üstelik benim hatırladığım İzmir'deki şiir kafelerin 90'larda kaldığını düşünürsek, bu şiir kafe dediğimiz yerlerin hem zamandan hem de mekandan bağımsız varolduklarını söyleyebiliriz.
Beni dinletiye çağıran Amerikalı kızlardan biri, ilk günden beri önyargılarım yüzünden ısınamadığım, zaten ısınsam bile yuvarlak aksanı yüzünden söylediklerinin yarısından çoğunu anlayamadığım, çok bağırarak konuştuğu için "tam bir amerikalı" diye etiketlediğim ve aslında önyargılarım olmasa arkadaş olabileceğim bir kızdı. Bu kızın bir de şiir blogu var facebookta görmüştüm. Tam ben böyle önyargılarım yüzünden hayıflanırken, kız "bloguma 100 şiir yazıcam, şu an 92 deyim 100 şiir olunca, bırakıcam yazmayı, amacım bu" dedi, ben de hmm deyip önüme baktım. Ne deseydim, "hmm neden 100?" mü. Neyseki diğer Amerikalı kız" sounds like a good point" dedi de konu kapandı.

Zimbabwe, Pakistan ve Afganistan'dan Şairler

İşte tam yukarıda tasvir ettiğim gibi olan kafenin dinletinin gerçekleşeceği alt katına inerken, önümde elinde kocaman bir org taşıyan bir adam vardı. Az sonra, yaklaşık 15 metrekarelik salona girdiğimizde adamın mekanın sahne olarak kullanılacak kısmının köşesine yerleştiğini gördüm. Derken sahnenin diğer kısmındaki 3 kişilik koltuğa şair olduklarını tahmin ettiğim 3 kişi oturdu. "Sürgündeki Şairler" dinletisinde bulunduğumuz için, sonradan öğrendim ki koltukta oturan 3 şairden ikisi Zimbabwe'li, diğeri de Pakistanlı, gençten bir çocuk.
Bu arada bu küçücük mekanın girişinde bilet kesen en az 85 yaşında elleri titreyen, paraları sayamayan, güleç bir ingiliz kadın da vardı, onu da ekleyeyim. Derken sahneye küt kesilmiş dağınık kıvırcık saçlarının üst kısımları kırmızıya boyanmış başka bir yaşlı İngiliz kadın çıktı, dinletinin amacının toplumda ve medyada yanlış tanınan ülkelerin gerçek yüzünü göstermek olduğunu söyledi, şairleri takdim etti ve "Bu gece çok şanslıyız, çünkü şiirlerimizi taçlandıracak bir müzisyenimiz de var" diyerek eliyle merdivende gördüğüm adamı gösterdi.

Şiir dinletisinde piyanist şantör

Ve akabinde adam, org çalmaya başladı. Hayatınızda gördüğünüz en kötü piyanist şantörü 4'le çarpın, öyle detone bir ses, sanki uyduruyormuşçasına rastgele basılan notalar, ve orgun hafızasında ritmler olur ya, onların notalarla en uyumsuz halini hayal edin. Böyle sanki "Bursalı mısın kadifeli gelin" çalmaya çalışırken "Ilgaz anadolunun sen yüce bir dağısın"ı andıran bir müzik düşünün. Ve bir oda dolusu ingiliz, hintli, asyalı, ortadoğulu insanın bu adamı hayranlıkla dinlediğini. Ben kendimi gülmemek için zor tutarken, bir yandan da, küçükken salihli'deki düğünlere giderdik, orda böyle mahallenin piyanist şantörleri olurdu, demek ki onlar Londra'ya gelse büyük sanatçı sınıfına girerler diye düşünüp Türkiye'nin piyanist şantörlerinin ne kadar ileri düzey olduklarına kanaat getirdim.
Neyseki sonunda adam sustu, sıradaki Zimbabwe'li şair sahneye çıktı. "Ben" dedi, "12 yaşındayken, Zimbabwe radyosunda bir anons yapıldı, 'en güzel gününüzü bir şiir olarak yazın yollayın, seçtiklerimizi burada okuyacağız.' Ben de yolladım. Sonra benim şiirim okunmuş ben duymadım ama akrabalarımız duymuş. O zaman dedim ki 12 yaşında yazdığım şey radyoda okunuyorsa, bir gün şiirlerim milyonlar tarafından okunabilir, bu işe devam etmeliyim." Bu sürekli Fethullah Gülen tarzı, gülümseyen ancak acıklı ses tonu ile konuşan Afrikalı şair, kısa hayat öyküsünü bitirince şiirini okumaya başladı. Tam bu sırada hemen arkasında oturan piyanist şantör, orgunun en kısık sesiyle, bir sonraki şarkısını prova etmeye başladı. Zimbabwe'li, şantöre bir bakış attı da adam provayı kesti. Bir kaç dakika sonra tam konsantre olmuş dinlerken, piyanist şantör bu sefer çantasından bir kamera çıkardı ve eliyle kamerayı havaya kaldırıp, oturduğu yerden sahnenin sağına soluna doğru uzanarak kayıt yapmaya başladı. Zaten sahnede Zimbabwe dilinde şiir okunuyordu, ama öyle olmasa da piyanist o kadar dikkat dağıttı ki, ne Zimbabwelinin afrikadaki çocuklarla ilgili şiirleri ne de ingilizce okuduğu "a poet is like a designer, everything he writes is unique." mısralarını içeren "şair nedir" başlıklı şiirinden etkilenebildim.
Bütün bunlar olup biterken sahnedeki koltuğun köşesinde 'benim burada ne işim var' bakışlarıyla oturan pakistanlı genç çocuğa gelirsek: Sahneye çıktı, kendi halinde, şarkı söylemeden, gülümsemeden, org çalmadan ve bağırmadan şiirlerini okudu, arada Elliot'tan, Camus'den alıntılar yaptı. Bildiğimiz anlamdaki şiir dinletisine en yakın anlar bunlardı. Bu arada şairler "sürgündeki şairler" kisvesi altında orada bulunmaları sebebi ile şiirleri hem kendi dillerinde okuyorlardı, hem de ingilizce tercümelerini de söylüyorlardı.

"buyrun siz çalın"

Derken Afgan bir adam çıktı sahneye, doktormuş aynı zamanda, gazellerden, Rumi'den, Hafız'dan bahsetti, tam güzel bir şeyler dinleyeceğimizi düşünürken, adamcağız "bana ingilizce çeviri getirin dememişlerdi, hazırlıksız yakalandım" diyerek boynunu büktü. Bunun üzerine moderatör görevindeki kırmızı saçlı yaşlı ingiliz kadın sahneye fırlayıp "aa o zaman sizin şiirinizi verelim muzisyen arkadaşa hemen bir beste yapsın, ne de olsa müzik evrensel bir dil değil mi?" dedi!! Çaresiz afgan şair eli geri giderek şiirini piyanist şantöre uzattı. Şantör de gururla aldı şiiri. Araya başka bir zimbabwe'li şair girdi, şantöre beste yapacak zaman kalsın diye, yani organizasyon, heralde büyük britanya'da olduğumuz için, spontane gelişmelere rağmen dört dörtlüktü.

ve şiir dinletisinde ısınma hareketleri

İkinci zimbabwe'li şairimiz, herkesi ayağa kaldırdı. "Biraz ısınalım ha" diyip, tuhaf ritimler ve sözler eşliğinde, o küçücük salondaki 20 kişiye el çırpmalı zıplamalı hareketler yaptırdı. Bu 20 kişinin içinde dünyanın neresinde olursa olsun şiir kafelerin müdavimi olan sakallı yaşlı adamlardan, ve yarım toplanmış düz saçlı solgun yüzlü kızlardan da bolca olduğunu unutmayın.
Derken swahilice tezahüratlar eşliğindeki kültür fizik hareketleri bitti, şiirden ziyade müziksiz hip hop diyebileceğimiz bir tarzda bağırarak şiirlerini okumaya başladı sahnedeki adam. "Mikrofona ihtiyacınız olduğuna emin misiniz" deyince salondan biri, "evet böyle daha rahat ediyorum" deyip daha gür ve coşkulu bir sesle ve mikrofonu daha sıkı tutarak, "I am African" başlıklı şiirine devam etti.
Bu esnada aynı zamanda bir doğaçlama ustası olan piyanist şantör bestesini tamamlamıştı da onu da dinleyebildik. Sonra sahneye kırmızı saçlı yaşlı kadın çıktı tekrar, "Şimdi herkes önündeki ve yanındaki ile tanışsın, şiirlerle ilgili fikrini sorsun, sonra hep beraber tartışalım" dediğinde, benim Amerikalılar koşarak kendilerini dışarı atmışlardı. Ben onlar kadar atik olamadığımdan, önümde oturan İranlı kadınla tanışmış bulundum, hatta şiirlerle ilgili fikirlerimi anlatıyordum, ama sonra "arkadaşlarım bekliyor" diye izin isteyip bu sürreel gösteriyi terk ettim.

çeviride kaybolan dinleti

Çıkarken kapının önünden yukarıda fotoğrafı olan tanıtım kağıdını aldım, girmeden önce görseydim belki biraz olsun neyle karşılacağımla ilgili fikrim olurdu. Kıssadan hisse, dünyadaki bütün şiir kafeler hangi çağda olursa olsun birbirinin aynısı olabilir, ama söz şiir dinletisine gelince orada duralım. Zaten "şiir kafe"nin birebir çevirisi olup da "şiir dinleti"sinin çevrilemiyor olmasından bu durumu anlamalıydım.

Cumartesi, Ocak 08, 2011

dedikodu



Londra'ya ilk geldiğimde kaldığım uyku spreyini bulduğum evden sonra, o evin sahibi olan adamın evden bozma ofisindeki bir odaya taşındığımdan, ve burada mesai saatleri içerisinde 2 ingiliz sekreterle ev arkadaşlığı yaptığımdan bahsetmiştim heralde. Geçen gün bu adam, beni ve iki sekreteri yemeğe çıkardı, gecikmiş bir noel yemeği. Yemek boyunca konuşulan konu başlıklarını bir araya getirince, blogumun çevrilip okunuyor olma olasılığı beni yeniden dehşete düşürdü. Başlıkları sıralıyorum.
1. İngiliz gençliğinin içme sapıtma alışkanlığı
2. Londra'da görülen ünlüler
3. Ofisin avlusundaki havuzda duran plastik kuş !!
Hadi diyelim birincisi, zaten ikiden fazla ingiliz'in bir araya gelince muhakkak değindiği bir konu. Londra'da görülen ünlüler konusunu açtıklarında da pek kıllanmadım, tersine sevindim demek ki herkes için mühim bir olay diye, hemen Robie Williams'ı gördüğümü anlattım ve ne kadar yaşlı ve çirkin olduğunu. (Bu arada Esin de bir gün yolda Jude Law'u görmüş, kendisi hemen heyecanla beni aradı ve bunu mutlaka bloguna yaz dedi, blogumu okumuyor ama olsun.) Bir de evin önünde Elif Şafak'ı görmüştüm ama bunun masadaki 3 ingiliz için bir haber değeri olmadığını düşündüğümden bahsetmedim.
Ev sahibi adam, bir gün barda Bono'yu görmüş ama tanımamış, müzisyen olan oğlu söylemiş. Başka bir gün de Kelly Brook'u görmüş ki ben tanımıyordum ama çok ünlü bir ingiliz model ve Playboy kızı imiş. Açıkçası bunu uydurduğunu düşünebilirdim, adamın aklı fikri güzel kadınlar ve sekste, 50 sini geçmiş çoğu ingiliz erkeği gibi, ama o kadar detaylı bir hikaye anlattı ki, heralde uydurmamıştır. Ama bu ünlü görme muhabbetlerinin bence en bombası, sekreterlerden birinin, 50 yaşında olmasına rağmen çok güzel ve çekici olanın, bu ofisten önce yanında çalıştığı doktorun ofisine bir gün Ozzy Osbourne ve ailesinin çıkagelmesi, ve Ozzy'nin gözünde mavi gözlükler olduğu halde, yüzünü sekreterin yüzüne bir cm mesafeye kadar yaklaştırarak konuşması ve bunun üzerine karısının sekretere, sanki üç yaşında bir çocuktan bahseder gibi "oh please, ignore him" demesi. Ben "Ne doktoruydu o adam" diye sorunca sekreterin hmm hom diyip sanki saklamak istermiş gibi "o kısmı geçelim" tarzı bi şeyler geveledikten 3 saniye sonra doktorun ürolog olduğunu söylemesine de çok şaşırmadım. Sonuçta o kadar iç sıç tepin mesane de bir yere kadar dayanır. Ama sekreter ürolog olduğunu ekledikten 2 saniye sonra, "Ailelerini genişletmek için gelmişler, Kelly ve Jack'den daha iyi bir çocuk sahibi olmak istiyorlarmış." dediğinde işte bunu hemen gidip bloguma yazmalıyım diye düşündüm, fotoğraf olarak da Ozzy ve karısının doktordan kötü haberi alıp ufka daldıkları an olduğunu sandığım kareyi buraya ekledim.
Zaten bu sekreterler bütün gün kikirdeşip kaynatıyorlardı ama bu kadar da dedikodu yapmalarını beklemezdim. Gey olduğunu saklayıp, insanlara hayali karısından bahseden doktorlar mı dersiniz, açık unutulan maillardan sekreterlerin okuyup öğrendiği sırlar mı, yemek boyunca yapılan dedikodunun haddi hesabı yoktu. Ama işte dedikodu dediğimiz demokratik bir şey, herkes her an yapabilir, bugün sen yaparsın yarın seninkini yaparlar, o yüzden belki de ev sahibi biraz daha temkinliydi. Zira kendinden 25 yaş küçük sevgilisiyle ilgili neler konuşuyordur bu kadınlar ben bile tahmin edemiyorum.
Konu ofisin bahçesindeki plastik kuşa geldiğinde, ve o kuşu ilk gördüklerinde gerçek sandıklarını söylediklerinde blogumdaki mühim konulardan biri daha açıklığa kavuştu. Meğer o kuşu o havuza koymalarının sebebi, havuzdaki balıkları yemek için gelen diğer kuşları engellemekmiş. Bir seferinde havuza bir balıkçıl dadanmış, (Londra'nın göbeğinde başıboş gezen balıkçıllar olduğunu da böylece öğrenmiş oldum) bir kaç altın balığı yemiş, bunun üzerine apartman yöneticisi, bu plastik balıkçılı yaptırmış, çünkü her balıkçılın kendi borusunun öttüğü alanı olurmuş, böylece diğerleri yanaşmazmış. Sevgili sekreterler, işte burası da benim çöplüğüm, e siz orada bütün gün kahkahalarla milleti çekiştirirken ben boş mu duruyorum sandınız?




Pazartesi, Ocak 03, 2011

süpriz sevmeyenler


İlker'e Londra'nın en canlı müzik yapılan yerlerini gezdirme hırsıyla başladığımız tur sayesinde bir kere daha büyük şehirlerin asıl olayının insanı şaşırtabilme kapasitesi olduğunu anladım. Bahsettiğim hırsın çıkış noktası, Esin'in the guardian'da gördüğü "Londra'nın en iyi 10 canlı müzik mekanı listesi"ndeki yerleri teker teker deneme fikriydi. Şimdi bu listelere güven olmayacağını biliyoruz, ya birilerinin tanıdığı vardır, ya da gazetedeki yöneticilerden biri bir kulübe ortak olmuştur, böylelikle en iyi ilk on listeleri oluşur. Ama yine de bence bütün bu listelerin, ölmeden önce görmeniz gereken 100 film, dinlemeniz gereken 1000 şarkı listeleri de dahil olmak üzere, ortak noktası insanda bir eksik kalmama/ıskalamama/kaçırmama duygusu yaratması. İşte biz de bu hissiyatla, İlker geldiğinden beri elimizde liste, o kulüp senin bu kulüp benim geziyoruz.
Listedeki kulüplerden biri, Camden'da, guardian'ın deyimiyle, İngiltere'nin müstakbel meşhur indie gruplarının ilk keşfedildiği mekanlardan biri olan Dublin Castle idi. Güya geçtiğimiz yıllarda Amy Winehouse'un, Pete Doherty'nin konser verdiği mekana gitmek için İlker'in yıllar içinde geliştirdiği dans figürlerini sergilemek, benimse ünlü görmek gibi nedenlerim vardı ancak içeri girip, çoğunluğu zenci, kasketli dinleyici grubunu görünce, Oral indie mindie değil hip hop konserine geldiğimizi iddia etti ama kendisine inanmadık. Biraz daha zaman geçip, konserin olacağı sahnenin yer aldığı bölüme doğru ilerleyince, bu Londra'nın en iyi 10 canlı müzik yapılan mekanlarından biri olan indie cennetinin sahnesinde, 3 adet mikrofon dışında her hangi bir müzik aleti olmadığını gördük. Bunun üzerine İlker bir vokal grubu dinleyeceğimizi, Esin de sahnenin arkasındaki duvarların açılıp ortaya müzik aletlerinin çıkacağını öne sürdü, ta ki güneş gözlüklü, üzerine kankalarının renkli kalemlerle özlü sözlerini yazıp imzaladığı beyaz bir gömlek giyen gençten zenci bir çocuk sahneye çıkıp eline mikrofon alıncaya kadar, Oral'a hiç birimiz inanmak istemedik.
O dakikadan sonra hiphop konserine geldiğimizi kabullendik, ben Amy Winehouse'u görme ümitlerimi içime gömdüm, İlker de dans figürlerini en azından bir süre kendine sakladı. Beyaz gömlekli, heyecanlı ve amatör ruhlu genç çocuk sahneden inince, tipinden, kılığından ve aksanından Türk olduğuna kanaat getirdiğimiz başka bir hip hopçu çıktı. Zaten mekanın yarısını zenciler doldurmuştu, geri kalanlar da gurbetçi Türkler'di, bir de ortama sanki herkes birbirini tanıyormuş da tek yabancı bizmişiz gibi bir hava hakimdi. Bu ilginç dinleyici grubu içerisinde, uzun boylu, tayyörlü, topuklu ayakkabılı ve inci kolyeli melez bir kadın, bir de elinde bond çanta taşıyan başka bir zenci adamın orada ne işleri olduğunu bütün konser boyunca sorguladım. Derken Türk hiphopçu sahneden indi, başka bir zenci hiphopçu çıktı, "Come on all the africans" diye başlayıp dinleyicileri gaza getirdi, bir kaç dakika içinde mekandaki inci kolyeli kız da dahil olmak üzere bütün afrika kökenliler hiphop halayı diyebileceğimiz kolektif figürlerle dans etmeye devam ettiler. En sonunda da bond çantalı iri, zenci adam çantasıyla birlikte sahneye çıktı, içinden bir adet içi kırmızı dışı siyah pelerin, bir çift siyah deri eldiven ve güneş gözlüğü çıkardı ve taktı. Bu müthiş sahne şovunun bitmesini bekleyemeden konser mekanını terkettik.
Bu hiphop konserinin ertesi günü, Royal Opera House'da Hansel ve Gretel'e gittim. İçerisi benim gibi 10 poundluk öğrenci bileti almış gençler ve 90 poundluk biletleri alan yaşlı İngilizlerle doluydu. 31 aralık günü öğle vakti kim operaya gider diye düşünmüştüm, ama 5 katlı salon neredeyse tamamen doluydu. Bu seferki motivasyonum ünlü görmek değil, Hansel ve Gretel'i baştan çıkaran şekerleme ve çukulatadan yapılmış evi o ihtişamlı sahnede, koskocaman ve gepgerçek bir halde görmekti. Yoksa 2 saat boyunca Almanca şarkı söyleyen iri ve sevimsiz iki çocuğa neden tahammül edeyim. Pasta evin olduğu sahneye geldiğimizde, artık kriz yüzünden masrafları kıstıkları için mi, yoksa rejisörün yeni bir yorum getirme arayışından mıdır bilemiyorum, ama Hansel ve Gretel el kadar, ev şeklinde bir pasta maketini yemeye başladılar. Yaşadığım hayal kırıklığını, son sahnede bunları pişirip yemeyi planlayan cadıyı fırına atmaları, ve sonra cadının fırından dev bir pasta olarak çıkması ve çocukların cadının kolunu bacağını kopararak yemesinden oluşan tuhaf sonun verdiği şaşkınlık biraz dindirdi.
Büyük şehir insanı şaşırta şaşırta, hiç bir şeye şaşıramaz hale getiriyor, bunu da ben söylemiyorum, Simmel'in iddiası. Yoksa bana kalsa, alışma'nın borusunun ötmediği ender durumlardan biri: şaşırmak.